23 Şubat 2009 Pazartesi

paranoid android

tanıyordum onu, hem de yıllardır. geldi işte yine, oturdu yanıma. boş masa bekliyorduk ikimizde öylece. takıldığımız internet kafe zamanla işleri ilerletmiş ve o dönem için lüks sayılan projektörü koymuştu girişe. iki koltuk ile de olayı farklı bir boyuta taşımıştı. koltuklarda yatıp, dev ekrandaki linkin park klibini izliyorduk. bir ara üst kata çıktım ve kimler var diye baktım. aşağıda arkadaşım çalışan kızla konuşuyordu. tekrar aşağı indim ve oturdum. "bu kız bana yazıyor" dedi. "noldu ki lan" diye kibarca sordum. "aga az önce bi' klip istedim, aynı gruptan 3. klibi açıyor şimdi" dedi. "bir şey" demedim. böyle yazınca tabi demiş gibi oldum ama valla demedim. yani en azından dışımdan demedim. yoksa içten içe o hatuna karşı hislerim vardı. ufak tefekti sonuçta, her gün görüşüyorduk, sürekli gülümsüyordu bana karşı ve para üstünü hep tam veriyordu. tamam bu sonuncusu saçmaydı ama o yaşlarda insan seviyor böyle şeyleri. tabi verdiğim özellikler aynı zamanda manav ahmet abimde de olunca ben olaydan bi' kıllanmaya başladım bu olaydan 2 ay önce. o gün de artık arkadaşım kendisine yazıldığını iddia ettiğine göre benim şansım yoktu bu olayda artık.

çünkü arkadaşlar arasında bir hatuna ilk kim laf söylediyse, artık diğerlerinin olaya katılma şansı yoktur. sonuçta biz de barney&ted değildik ki, bir yere kadardı her şey.

aradan zaman geçti, kafede oturuyorduk arkadaşla. okuldan kankam(dişi) onun yanındaydı. geyik çeviriyorduk, hatun koluna girdi onun. gerçekten komik bir mizansen oldu, hepimiz güldük ki total toplamda 6 kız, 3 erkekten oluşan kalabalık sayılabilecek bir gruptuk ve bu kadar kişinin gülmesi olayın komik olduğunu kanıtlardı, en azından benim için. ki olay sonrası aldığım bakış da bunu destekliyordu.

herkes dağıldıktan sonra onunla beraber kaldık yine. "geçen gün 2 bira içtik yææ" diye başlamıştı anlatmaya. artık biliyorum ki o yaşlarda bira içmek çok büyük bir şey sanılıyor. bir de "o yıllarda güzeldi tabi.." diye başlayan sözler gittikçe sikko hale gelmeye başlıyor ama yine de kendimi alamıyorum bu sözü kullanmaktan. neyse,işte 1 saat kadar sonra arkadaş dedi ki, "aga hamdi bana yazıyor". vay mnskym erkekler de mi yazıyor demeyin. şimdi orada bir hatun ismi kullanıp kendimi riske atmak istemedim. sallama isim böyle olsun, iyice kaybolsun istedim yani.

dedim emin misin, bak hamdi yapmaz öyle şey. yok olm görmedin mi koluma girdi o kadar dedi. dedim breh, tabi içimden. şimdi tırnak işareti kullanmayınca anlaşılmadı tabi kim ne dedi, ama emini anladınız işte. öyle sikko bir diyalog yaşadık. flashback oldum birden.(zor oldu gerçekten, ilk kez oluyordum çünkü)

(flashback)

basketbol sahasındaydık, o meşhur saha işte. şutu attım, potadan sekti top ve onun yanında dışarı çıktı. bir hatunun yanına kadar gitti ve biz de normal olarak "atsana lan şu topu" diye kibarca istedik topu. sağolsun attı ve top da tam olarak bilinen arkadaşa geldi. o kadar anlattım işte yazı boyunca, o. aldı topu ve bize bir bakış attı. sonra yanıma gelip "ben bunu sikerim" dedi. sfnhdkf, hayatımız boyunca yapmayacağımızı düşündüğümüz bir eylemin böyle aleni kullanılması garip gelmişti. hey be tosunuma diyerek topu kaptım elinden, attım, sayı! (burası niye konuya dahil, iyi şut atıyorum lan işte, belli etmek istedim)

(/flashback)

"olm ya, internet kafedeki hatun noldu?" diye bir ağız yokladım. ya boşver yææ gibisinden salladı. önceki bir kaç muhabbeti sordum, siklemedi. ben de eve gittim, kahve falan içtim. sonra düşündüm de, işte oydu yıllardır kendimi durdumama sebep olan kişi. herkesin kendisinden hoşlandığını sanan arkadaşımdı ve onun yüzünden ben de kimsenin benden hoşlanmadığını düşünür hale gelmiştim resmen. kesin kelimeler çıkmadığı sürece ağızdan, görmezden gelmeyi ilke edindim artık kendime. teşekkür ediyorum buradan kendisine, küfürlerimi de tırnak içine aldım, bilahare ileticem bir ara artık..

martının simite aşkı

"12:20 vapuru kalkmak üzeredir"

kapının yanındaki görevli her zamanki gibi sert bakıyordu. bu bakıştı zaten beni koşmaya teşvik eden. tabi karşı kıtada beni bekleyen dilber de olabilirdi.(dilber dedim resmen, sırada ne var acaba, zaar?) kapıyı kaparım ha tipinde bakışlarıyla hala beni süzen adama bakmadım bile geçerken, sadece yürüyüp oturdum vapurun dış kısmına.

klâsikti aslında her şey. ellerinde simit martı vurmaya çalışan gençler. cidden amaçları buydu, yani beslemek gibi bir eğilimleri olmadığı açıktı. gençlerden birisi elindeki parça simiti dik bir açıyla havaya attı. simit de yer çekiminin etkisiyle aşağıya indi ve suya düştü. mundar etti pezevenk güzelim simiti. midem kazınıyordu ve genç yaptığı şeyi tekrarlamayı sürdürdü. bir kaç denemeden sonra baktım ki elindeydi martı. resmen yakalamıştı martıyı, ve seviyordu şimdi onu. ama harekete etmesine izin bile vermiyordu. belli ki acı çekiyordu martı ama yine de seviliyor olmak buydu galiba, her şeye rağmen duruyordu öylece.

sen geldin aklıma bu anda. tıpkı o martının yerinde olduğumu fark ettim o anda. ilk başlarda güzel gelmişti her şey. kelimelerini dik bir açıyla atıyordun bana doğru, eğer yakalamazsam onları aynen düşüyordu hepsi suya, yüzün asılıyordu. ama biliyordun buna kanacağımı. ısrarlar sürdürdün eylemini ve kapıldım rüzgarına. yakaladın çıplak ellerinle. hareket edemiyordum artık ama bundan keyif de alıyordum. seninleydim, daha ne olabilirdi ki? ama öyle değildi işte. her martı gibi benim de hareket etme eğilimim vardı.(martı oldum ya, daha da gam yemem) ve sen uçmamı engelliyordun.

tam bu sırada martı gencin elini gagaladı ve genç acıyla elini tutarken uçup gitti. ayrılık fikri burada geldi aklıma ilk kez. uygulamaya geçmem ise 20 dakikamı aldı. yani aşağı yukarı. yoksa saat tutmadım beybi bu iş için. o kadar da alçalamazdım sonuçta, sadece tahmini bir fikir söylüyorum. hani vapura binişim, ortalama inişim falan gibi. neyse konu bu bile değilken niye bu kadar kafayı takıyorum buna bilmiyorum. belki de sonunda rahatça hareket etmenin verdiği özgürlük bu, farklı şeylere uçmak istiyorum ama aklımın bir köşesinde hep o simit oluyor. tekrar atsan, tekrar kanacağımdan o kadar eminim ki, sırf bu yüzden vapurlara yaklaşmıyorum artık.

o gün söyleyemedim tabi ki sana bunu. bir martıdan ilham almak, hele böyle bir konuda pek mantıklı gelmiyor tabi insana. sonuçta sen o sahneyi görsen muhtemelen martıya acıyacaktın. çünkü sana farklı gelen oydu o anda. zaten çoğu kez tutmuştun o martıyı ve biliyordun nasıl hissettirdiğini. bana ise gencin yüz ifadesi seni hatırlatmıştı. benim durumuma acığıdını bile görebiliyordum ama aldığın keyif izin vermiyordu beni bırakmana. arkadaşlarına anlatıyordun hatta "burnu biraz sürtsün.." diye, üstüne bir de kahkaha atarak. ben de canlıydım, sen bana martı diyordun. attığın simitleri sırf kanayım diye taşıdığını bile o an anladım. yani vapura diğer binişimde. o genç yine oradaydı ve yine martı yakaladı. o an düşündüm, 1 liraya döner hakikaten tavuk etinden olmuyormuş...

15 Şubat 2009 Pazar

milli zevk partisi manifestosu

çiğli'de bedenler titriyordu. bu aşk yuvasında, onlarca kişi her hafta düzenli olarak gerçekleştirilen bu gizli buluşmanın sonunun geldiğini biliyordu. terli bedenler tekrara yan yana geldi ve aralarından biri(daha sonra 3 yıl boyunca başkan yardımcısı olmuştur) "neden hep böyle gizli gizli buluşuyoruz" diye sordu. halkın baskılarından yakındı bir çoğu. olaya burada el attım ve sınıfsız, baskısız, hedonist bir yapı kurulmasını gerektiğini onlara sölyedim. genç bireyler gaza gelmeye hazırlarmış sanırım, zira hemen kağıt-kalem kapıp geldiler. çaresiz başladım tüm manifestoyu yazmaya.

zevki manifesto

türkiye'de bir hayalet dolaşıyor, zevk hayaleti. hem hükümet, hem de muhalefet partileri bu hayaletin peşinde bir sürgün avı yapıyorlar.

sokakta sevişiyor diye çığlık çığlığa "terbiyesizler" diye saldırılmayan kimse var mı? fütürist pornolara, tıpkı klasiklere olduğu gibi saldırmayan mahalleli var mı?

bu gerçeklikten iki şey çıkıyor.

zevk artık tüm türkiye tarafından kabul edilmiştir.

hedonistlerin hayata bakış tarzları, amaçlarını ve eğilimlerini tüm dünya önünde açıkça ortaya koymaları ve zevk hayaleti masalının karşısına bir parti manifestosuyla bizzat çıkmalarının tam zamanıdır.

ı - abazanlar ve seksoterler

bugüne kadarki tüm toplum tarihi, cinsiyet mücadelelerinin tarihidir.

abazan ile sevişen, yıllar boyu bir savaşın iki tarafını oluşturmuştur. sevişenler sürekli abazanları ezerken, bu çarpışma çoğu medeniyetin yok olmasına sebep olmuştur.

giderek toplumun tümü birbirine düşman iki safa, birbirine doğrudan karşıt iki büyük sınıfa ayrılıyor: abazanlar ve seksoterler.

seksoter dediğimiz sürekli sevişen bireyler zamanla abazan adı verilen, kendi zevklerine kendi emekleri ile ulaşan bireyleri sürekli ezmekteler.

seksoterlik kurumu antik yunan'a kadar uzanmaktadır. platon ile başlayan oğlancılık eğilimi, seks metasını ulaşılması kolay bir noktaya çalışmıştır. bu açıdan ilk eşitlikçi yapılanmayı platon'a ait olarak değerlendirebiliriz. nitekim bu sayede, tarihin en büyük haz imparatorluğu antik yunanistan'da kurulmuştur. zevk dünyasında yaşayan bu bireyler, zamanla dünyadan koptukları içindir ki, gelen saldırılara boğun eğmek zorunda kalmışlardır.

ama burada farklı bir bilgi verme isteğindeyiz. diyoruz ki, tek bir devlette zevkizm düşünülemez. ancak dünya üzerinde devlet unsurunun kaybolması bu eşitlikçi yapının yayılmasını sağlayabilir. aksi takdirde eşitlikçi yapıya sahip bu ülkeler, kısa zaman içinde yıkılmak zorunda kalacaktır.

silikonun keşfi, vücutların önemsenmediği, ancak bireyler arası müthiş duygusal bağa dayalı ilişkleri sona erdirmeye başlamıştır. artık göğüsleri daha iri olan bireyler, abazanları kendilerine hedef seçerek, bir ikilik yaratmaya başlamıştır. iktidarlar özgürlük adı altına ülkenin böylesine bir ikiliğe düşmesine izin vermektedir.

büyük göğüsler dünya pazarının kuzeye doğru kaymasına sebep olmuştur. saç boyalarının kalite olarak artması ise, tüm dünyanın eşitlikçi bir pazara doğru ilerlemesine sebep olmuştur. böylece yükselen serbest piyasacılık, bazı -nispeten- çirkin sayılabilecek bireylerin ezilmesine ve emeklerinin boşa harcanmasına sebep olmuştur.

içerik(vücut) açısından değilse de, zihinsel açıdan akılları serbest piyasanın güzelliklerine kayan abazan güruh da, bu yüzden ezilmelerine çanak tutar hale gelmişlerdir. gün gelir de, bana da düşer anlayışının sebep olduğu bu durumda, ezilen yine abazan bireyler olmuştur.

amacımız, bu iki sınıf arasındaki uçurumu, mümkün olduğunca azaltıp, eşitlikçi bir seks hayatına doğru yelken açmalarını sağlamaktır. tabi bu sebepten dolayı da tek bir türe bağımlı kalmak istemeyen yerli halklar, farklı türlerle birleşme sağlayabilmek için yurtdışına çıkma ihtiyacı hissetmişlerdir. böylece oluşan seks turizmi, zamanla için hazdan, salt fiziksel boşalmaya dönüşmesine sebep olmuştur. isteğimiz devletsiz dünyada, tüm türlerin, ayrımcılık yapılmadan, istenildiği gibi birleşmelerinin önündeki yolu açmaktır. bu sebeptendir ki, bu manifesto 12 farklı dile(artı beden dili) yayımlanmıştır.

12 Şubat 2009 Perşembe

okuma alışkanlığı ve yaşlılara saygı üzerine notlar

çok düşündüm şu bir insana sadece dünyada üzerinde benden daha fazla bulundu diye saygı duyma olayını. çünkü benim bir dersten kalmam geri zekalı olmama sebep olabilirken, o 60 seneyi mal mal geçirse bile saygı hak ediyordu. nereden geliyor bu değirmenin suyu dedim ve başladım araştırmaya.

sanırım iletişimin başladığı ilk dönemlerde(ki ilk defa yerleşik hayat filan olayları var) tecrübe sahibi insanların tecrübelerini genç nesillere aktarabilmesinin herhangibir yolu yoktu. eldeki tek şans, yaşlı bireylerin bu tecrübeleri daha genç olanlara oturup, anlatmasıydı. tabi dönemin şartları bunu mecbur kılıyordu. zira tecrübesiz gezinirken mamut filan yiyebilirdi, aç hayvanlar çünkü kendileri, insan bile yedikleri oluyor zaman zaman.

yazının bulunması bence çok yaraladı yaşlıları. kendilerinin bir önemi kalmamaya başlamıştı çünkü bu sayede. gençler onların yaşadıklarını okuyarak da gayet fikir sahibi olabilirlerdi. din burada ortaya çıktı.(siktir) yaşlılar kurdu bunu, sırf bir şeylere gavur icadı diyebilmek için. ilk düşmanları da yazı oldu. hemen saldırdılar. kendilerini korumak için bir başka şeyi yok etmekten çekinmediler. yaşlılar sonuçta, pis şeyler.

matbaa ortaya çıkınca ilk karşı çıkanlar yine onlar oldu. matbaanın reforma sebep olması boşuna mı sanarsınız, bre mel'unlar?

zamanla kitaplar yaygınlaşmaya başladı ve insanların okuma-yazma alışkanlıkları oluştu. günümüze geldiğimizde ise insanların artık neredeyse tamamı okumayı ve yazmayı biliyor, bu durumda da artık gençlerin bir şeyler öğrenmek için yaşlılara ihtiyacı kalmıyor. tabi yüzyıllarca hep el üstünde tutulan, sırf biyolojik olarak eski olduklarında dolayı sevilen o buruşuk şeyler bir anda çöküntüye uğradı. kaldıramadılar bunu tabi. zaten kalpleri zayıf, yazık lan. zamanla yeni nesli küçümseme evresine geçildi. her nerede bir genç görseler, hemen başladılar "bizim zamanımızda yarak vardı." e tamam hocu vardı da, bana mı vardı? sana varmış, kullanmışsın işte. şimdi ben daha iyisine sahipken, sende eskisi var diye ne yapabilirim? zaten kitap da var elimde, aha oradan öğreniyorum her şeyleri, gerek kalmadı sana.

tıpkı yüzyıllarca pohpohlanan erkeğin bir anda hatunla eşit olduğu kabul etmemesi gibi, yaşlılar da kabul edemedi bunu, hala da edemiyorlar. yoksa ben şahsen 65 yaşındaki bir adamın, durup durup "şimdiki gençler pek saygısız" demesini anlayamıyorum. mnskym şimdiki yaşlılar da bir bok anlatmıyor ama ben gelip yüzüne vuruyor muyum bunu? hiç yakışmadı bak, yaşından utan bari..

istenen sorudan başlamak

"istediğinizin sorudan başlayın" dedi hoca, önümde iki soru varken pek anlam ifade etmiyordu tüm bu söylenenler. üstelik bu iki soru iki dönem boyunca öğrenilen tüm konuları da içerince, olayın anlamsızlığı gitgide artıyordu.

sınavdan pek umudum kalmamıştı. hocayı bir hayat koçu olarak düşünmeye başladım, zaman geçsin diye sadece. sanki o haliyle istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz diyordu. hayata bakıyordum bir yandan. önce eğitimi mi çözsem, yoksa askere mi gitsem bilemedim. en iyisi bi' iş bulayım diye gezmeye başladım. nereye gitsem diploma soruyorlardı. e hani istediğim sorudan başlayabiliyordum ama, nereye gitti o özgürlük. ııh dedi adam suratıma. bildiğim 40 yaşındaki, bıyıklı, kel adam yüzüme bakarak ııh diyordu. ulan bu yaşa gelmişsin, hayır filan de bari, ne bileyim, bari maalesef de. hatta maaselef de, ben de güler gibi yapayım, üstüne sen beni böyle sempatik filan bul, işe al. ama nerde, ııh diyor anca, ne pismiş be arkadaş.

askere gideyim bari dedim, zira daha 20 dakika olmuştu sınav başlayalı. dediler 20 yaş doldurmamışsın. hocu dedim, büyük gösteriyorum ben. ne alaka dedi, bilemedim. çaresiz çıktım, gittim okula, kayıt filan. sike sike aynı düzene geri döndüm. baktım ki hayatta olmuyor istenilenden başlamak, o zaten istediğinden başlatmış bile.

baktım ikinci soru kolay gibi, başladım yazmaya..

1 Şubat 2009 Pazar

asfalt zeminde rovasataya kalkmak

gençtik tabi, kanımız kaynıyor böyle. her mahallede mutlaka bulunan büyük kapılı garajın önünde toplanmışız yine. 5-6 erkek çocuğun bir araya geldiğinde yaptığı iki şeyden biridir zaten futbol oynamak, biz de öyle yapalım dedik. top sahibi olduğu için statüsü yüksek olan çocuğun gelmesi 20 dakika sürdü. artık her şey hazırdı, asfalt zemin futbola müsaitti. herkes birbirini kontrol etti ve aldım-verdim akabinde maç başladı. çok şükür ki kapıya hücum eden taraftık. çünkü bilirsiniz ki taş vasıtasıyla yapılan kalelerde hep bir direküstü psikozu ortaya çıkar ve genellikle maç orada sona erer. böyle bir münakaşaya girmeyeceğim için bizatihi mutlu idim. forvet oynamanın da verdiği gazla orta yuvarlağın rakip yarı sahaya bakan diliminde topla buluşuyordum. tabi bu iş böyle gizli buluşmalarla yürümezdi. sonunda rakip ceza yayına kadar yayıldım.(ali sami yen zaten ortam) tam o sırada sağ açık oynayan orçun topu aldı ve beni gördü. defansın arasında kendimi kaybettirmiştim ve o da bunu fark etti sanırım. fark etmeseydi diye düşünüyor şimdi insan ama gençken güzeldi yine de. sağ iç yan bağlarını gererekten bir orta yaptı. yıllarca televizyonda gördüğüm o pozisyonlardan biriydi. aklıma kalın bacakları ile rivaldo geldi, ne yapılacağını biliyordum. hemen arkamı döndüm ve topa denk getirebilmek için ayağımı havaya kaldırdım. halk arasında rövaşata diye de biliniyordu bu hareket ama henüz mahallede bunu deneyen olmamıştı. sanırım o günün malı da ben olacaktım. adrenalin seviyesi artınca(bu kelimeyi o zamanlar bilmiyordum tabi, annem mallık demişti) bir gazla zıpladım ve topa vurdum.

gözlerimi açtığımda ise kafamda kocaman bir ağrı vardı. sonrasında yandaki cama bakınca ise bu kocaman ağrının sebebinin de aynı büyüklükteki bir şişlik olduğunu fark ettim maalesef. normalde yarılması gereken o kafa, gayet şişmişti. solero adı verilan algida tipi dondurma geldi hemen aklıma, aynı büyüklükteydi sanırım. çaresiz evin yolunu tutarken gol oldu mu onu bile soramadım ama zaten önemli de değildi. annem kafamın şiş olmayan tarafına vurunca kendime gelmiştim zaten. o günden sonra bir daha rövaşata deneyene bakamadım bile, maazallah düşse filan, dinimiz amin...
 
eXTReMe Tracker