16 Aralık 2008 Salı

click

hani şu adam sandler'ın başrol takıldığı işte, karısını oynayan hatunun hayran bıraktığı kendine, bildiğin film.

genel olarak filmlerden fazlasıyla etkilenen biri olarak bu filmden de hayvanca etkilendim. yani lord of the rings'ten sonra bir elf bulup evlenesim gelmişti ama sonrasında elf ne lan diyerek kıvırabilmiştim. sonuçta bunun orku vardı, hobbiti vardı, uğraşılmaz yani. düşünsene hocu ya, dizine kadar geliyor, hobbit resmen. ya da saruman falan gelse, hayvan iyice, uğraşsan ne yapabilirsin, öyle.

matrix'ten sonra tabi kendimi "the one" sandığım günler oldu. genellikle esnerken falan etrafa dikkat ettim yamuluyor mu diye. bir kaç kaçık bükmüşlüğüm de var tabi. ama orada kaldık işte. her ne kadar there is no spoon diye diye yemeğe ekmek bansak da, olmuyordu yani. sadece filmdi bunlar sonuçta, ama o da olmuyordu ki işte. insan bazen istiyordu öyle olabilmek, orada gösterildiği kadar mutlu olabilmek.

click geliyordu işte bu sırada. tüketim toplumu geyiklerine girmeyeyim hiç ama kısaca söylemek gerekirse, sosyal mesajı güzel bir şekilde veren bir film olmuş. hayatın keyif verici yanlarından ne kadar tiksindiğimiz üzerine gitmişler güzelce. tabi mesajı alan herkes de filmden sonra hayattan daha çok keyif almaya bakacak gibi görünüyor. şahsen she wants revenge'nin dinlemediğim tüm şarkılarını dinlemeye karar verdim. hani arada fast-forwarding falan olursa diye hepsini iyice sindirmek istiyorum.

son olarak da adam efendinin film sonundaki o mutluluğu, her şeye zaman ayıracak olmanın heyecanı gerçekten görülmeye değerdi. yani bunu da gördüm ya, hayat daha güzel gelmeye bile başladı, ortada hiçbir şey yokken hem de..

14 Aralık 2008 Pazar

yalnızlık

yalnızlık dedikleri buymuş demek ki... masadaki kingston flash belleğe dakikalarca bakmak, yanında sony ericsson aletin günlerce çalmaması ya da oradaki bozuklukların aynen durması. şimdi bozukluk ne alaka deme okur, bir dinle. bilirim ki eğer arkadaşlarım olsa onlarla dışarı çıkacağım ve yine bilirim ki bir şeyler yaparken bozukluk gerekecek, ben de bunları orada kullanacağım. böyle de planlıyım aslında. sonra yeni bozukluklar oluşmayacak mı? oluşacak tabi ki, ama bu bir sirkülasyon bence, yani bunlar harcanmalı ki yenileri oraya gelebilsin. böyle de esnafların iş yapmasından yanayım aslında, sanırım tek eksik arkadaş be blogcan...

çooook yalnızım yhaaa, kimse beni anlamıyohr :PP())DDD diye devam etmeyi planlıyordum aslında. çünkü seviyorum böyle yazıları be okur, nasıl sevmeyeyim ki? resmen bizi sikiyor yani bu yazılar.(zevk almıyorum lan, valla) sanki yeni bir şey anlatıyormuş gibi o havalara girmeler, üç noktalarla sevişmeler, gereksiz ayrıntılara, markalara hayvan gibi anlam yüklemeler.. işte bunları seviyordum hep. tıpkı "orada sulara gömülen karaköy iskelesi değil, bizim umutlarımızdı. orada bitmişti aramızdaki her şey, tıpkı vapurdan atılacak bir parça simiti bekler gibi kalmıştım karşında" diyebilme ihtimallerini sevmiştim belki de hep. emin olamadım bundan, ama fena fikir değilmiş gibi de. düşünmek lazım bu konuda.

yani diyorum ki okur bu yazılardır bizi hayata bağlayan. ha istemedim mi böyle yazıları okurken uzaklara bakarak dalmak. nasıl olduğunu çözemesem de(hem yazıyı okuyup, nasıl aynı anda dalınır lan) yani çok istedi canım. hep o filmlerin etkisi zaten bunlar. adam okur bir yazıyı, sonra dalar uzaklara.(aha çözdüm sistemi) tam o anda içeri hatun girer ve gözlerinin nemli olduğunu görür. o hep sert görünen adamın içindeki kediyi görür adeta. sonra sevişirler.

yaşamadık be abi böyle şeyler, öğrendik bunların sadece filmlerde olduğunu artık. ama merak etmedim de değil hani, nasıl giriyor o hatun içeriye, nasıl fark etmez cidden o adam öyle bir hatunu. hani kapımdan sürekli o tip hatunlar girse bile dikkat çeker be hocu. bu kadar mı etkileniyorsun yani bir yazıdan, bıragallasen. üstüne bildiğin recep ivedik olan adamın içindeki kediden nasıl etkileniyor bu hatun, işte onu hiç çözemedim. ulan hani bu film çok dandikti, hani bir şey anlatmıyordu. asıl orada hayatın anlamı verilmiş de biz alamamışız, ben bunu bilir, bunu söylerim aga.

yalnızlık x 12 kere yapılan tekrarlarla soğumuştum aslında hayattan. yalnızlık, evet yalnızlık. gerçekten ne kadar kötü değil mi yalnızlık... yalnızlık.... tekrar tekrar yazması bile iğrenç aslında. o yüzden aldım ctrl+c ile, tak basıyorum yapışıyor. ama o yazarları da anlıyorum hani. adama veriyorlar koca köşeyi, adam ne yapsın ki başka? alıyor kopyalaya hemen, baktı sıkışıyor bir yerde, tak veriyor yapıştırı. her gün o adamdan o kadar yazı istersen, yapar be hocu, küçümsemiyorum adamı. ama hala kafam karaköy iskelesinde, çünkü orada suya gömülen bendim aslında. zaten yıllardır hep sallanıyordum su üzerinde gibi, sonunda bir lodos aldı götürdü beni de lfnhkdfnh, oluyor be isteyince sanki. yine de gözüm kapıya kaymıyor değil ama gelen giden yok. gerçi nasıl olsun be okur, zaten demir kapı var. üç kere kilitlenmiş kendisi. bir de yetmez gibi üst kilit de iki kere kitli, ayrıca anahtar da kapının üstünde. ev beşinci kat ve tepede resmen. nasıl gelsin lan buraya öyle hatun? yani gelmek istese bile onu götürmezler mi yolda ha? daha çok üzülmeyim adeta sulara gömülen karaköy iskelesi gibi?

şimdi fark etmişsin ey okuyan birey(vardır umarım orada birileri) niye bu kadar karaköy iskelesi dedim, dikkatini çekti mi acaba? sırf bu tip yazıları yazanlar gibi olabilmek için hocu, ya ne yapayım ha? bir haşmet babaoğlu olmama şurada 3-5 benzetme uzaktayım. ha niye onun gibi olabileceğimi düşünüyorum hemen söyleyeyim onu da okur, çekinme yani kafana takıldıysa sen de sor arada. yürüyordum geçen yaz alsancak'ta, haşmet geliyordu karşıdan. yanımdan geçerken fark ettim onu(o derece sallamam ünlüleri) bildiğin ayyaştı. yani yüzü kıpkırmızıydı, belliydi hayvan gibi içtiği az önce. bu yüzden içiyorum günlerdir ey okur, sırf biraz şöyle kadın ruhundan anlayan biri olmayı, yalnızlığa karaköy iskelesi anlamını yükleyebilmeyi.. bak dikkat ettiysen hatun demedim, bu da bir adımdır bence.

tabi benim yapabileceğim de bu kadar, kadın dersin o da dert. bunun kızı var, dişisi var, hatunu var. nebleyim ben hangisi kime deniyor. şimdiye kadar buna dikkat etmekten kafayı yediğimi fark ettim.(bir de bayan var, bağyan) konuya dönersek, ne demişiz, he yalnızlık. sikeyim yalnızlığı...(üç nokta lan)

9 Aralık 2008 Salı

bayram olayları

bug şimdi gelip yok bayram bitiyor yeni mesaj atıyorsunuz, yok bu saatten sonra ne yapayım bu mesajı olayına hiç girmeyelim. sanki ilk gün yollasak çok mu bir olay, olmayacak tabi ki.

neyse sert girmiş olduk biraz. aslında amacımız güzellikler, bayramlar, hani sürekli eskisi aranan tipte. nedir eskiden olay zerre fikrim yok, ha olsun da istemem o ayrı. muhtemelen 15 yıl sonra ben de anlatıcam eski bayramlar.. felan diye ama olsun, şimdilik tiksinmek istiyorum, sonuçta genciz, yakarız.

sonra ben de dedim bilmukabele, dedi o ne demek, yuh diyerekten açıkladım tabi. sanırım böyle bir şey eski bayramlar. hani küfürsüz anlatabiliyoruz olayı, çözmeye başladım sanırım yavaş yavaş. neyse konuya döneyim, tüm islam aleminin kurban bayramını kultuyoruz sözlük olarak, ben ayrı kutluyorum hatta, ailenizin yöneticisi felan işte. ama bence gereksiz yani, hayvanlara yazık yani. normalde hiç kuzu kesilmeyen bir ülke olduğumuz için, saçma geliyor. ama sokak ortasında kesiyorlar diyenleri görüyorum arka sırada. evet, yapılmasın böyle şeyler. avrupa birliği'ne girme eşiğindeki türkiye'nin imajını zedeliyor böyle şeyler. üstelik lâikliğe aykırı eylemlerin de odağına düşüyoruz birden.

yani bayramınız mübarek olsun(az önce kutluydu, hepsi sırayla) yok ben inanmıyorum ama bir güç var diyorsanız öyle takılın, yok süper inanıyorum, bana göre hayatın anlamı diyorsanız teşekkür edin, yok ben hayvanım, işim olmaz diyorsanız zaten aynen devam. bir de oradan "yææ feysbuk bozuldu, girmiyorum artık pek" diyenleri görüyorum. onlara sormak istiyorum eskiden neden giriyordu acaba, ne vardı ki burada? hatunlar bitti diyorsa, doğru söylüyor. 2006'dan sonra baya bozuldu buradan, kendisine hak vererek bir kere daha hayırlıyorum bayramını.

eğer bu seçeneklerden başka bir seçeneği söylüyorsanız özel mesaj felan atın, her şeyi yönetimden beklemeyelim lütfen!

not: mesajı yazana kadar bayram bitti, neyse idare edin artık.

7 Aralık 2008 Pazar

yerli malı haftası

her yıl bu hafta geldikçe geçmişe bir yolculuk yaşarım adeta, o yerli malı haftasının, yerli malı haftası olduğu yıllara.(sanki şimdi başka bir şey haftası. hastayım bu lafa da ha, hala yerli malı haftası işte. yok artık her şey dışarıdan geliyormuş. sanarsın 10 sene önce kendi kendimize yetiyorduk da yeni bu hale geldik.)

ilkokul yılları işte. yerli malı haftasının okula bir sürü yerli malı getirerek kutlandığı yıllar. bu haftanın ne amacı, ne de kutlama şekli mantıklı gelmişti bana o zamanlar, hala da herhangibir mantık bulabilmiş değilim. yani tamam bir sürü ürün üretiliyor olabilir ülkemizde de, niye bunları bir günde okulda toplayıp, tüketiyoruz ki? nebleyim, bi' ihracat olayına falan girsek sanki daha kârlı gibi. vardır bir bildikleri diyip geçiyorum bu bahsi.

olayla ilgili bir anım tabi ki var. şimdiye kadar ne anlattım burada da, konuyla ilgili anı anlatmadım ha sevgili okur..

ilkokul 2. sınıftı sanırım, yine bir yerli malı haftası heyecanı sarmıştı dört bir yanımı. o zamanlar önemliydi tabi bu hafta. kivi, muz felan alırdık okula getirmek için. aileler de daha bilinçliydi tabi. bizden önce heyecan yaparlardı. hemen hazırlanırdı olay ve okul yolu tutulurdu. genellikle son iki ders blok olarak yensin diye o zaman bırakılırdı yeme işi. tabi çocuklarımız acıkıp, bitirirdi yiyecekleri o zamana kadar.

işte ben de o çocuklardan biriydim. açtım sonuçta, yemiştim her şeyi. son teneffüste inip, bir kola aldım kutlama için, çıktım sınıfa. geldi hoca, bakıyor kim ne almış diye. bana geldiğinde yüzü bir garipleşti. "bu ne yavrum" dedi. biliyordum ki bu soru o nesnenin ne olduğunu sormaya yönelik değildi. açıkça neden orada olduğunu öğrenmek istiyordu bu soru. çocukluk tabi, "kola öğretmenim" dedim. öğretmenim diyordum tabi o yıllarda, çocukluk işte. şimdi olsa yarraam bile diyebilirim, ama emin değilim. belki de hocam derdim. adıyla hitap da söz konusu ama konumuz bu değil şimdi. öğretmenim diye hitap ettiğim kişi aldığı cevaptan pek memnun kalmamış ki "ne işi var onun burada" diye açık bir soru daha sordu. şu an hala idrak edememekle birlikte "öğretmenim avrupa birliği'ne giriyoruz zaten yakında" dedim. öğretmen siklemedi beni pek, dönüp bir kızın getirdiği keke dadandı.(aç herif)

yıllar geçti ve hala anlam veremedim niye böyle bir şey demiştim acaba. ki duruma bakıyorum, hala girememişiz de. o gazla içtiğim kolaları da hesaba katınca, sanırım çiller en çok bana borçlu, kandırılmışız ey halkım resmen, ühü..

4 Aralık 2008 Perşembe

kamyon gelmesi

park yeri arayan masum sürücülerin en büyük korkusu işte, her an bir yerlerden gelebilecek olan kamyon.

diyelim ki evinize geldiniz, aracınızı park etmek istiyorsunuz. tam bir boşluğu gözünüze kestirdiniz ve park işlemini tamamladınız. işte bu noktada birisi gelir ve "kamyon gelecek" der. olayın özü budur. bireyin söylediği şeyin doğruluğu pek önemli değildir, nitekim oradan çıkarsınız, başka bir park yeri ararsınız. orada da aynı tepkiyi alınca, başka bir yer.. böyle bir sirkülasyonu var işte.

10 Kasım 2008 Pazartesi

modüler aritmetik ile hatun kaldırmak

her şey soğumaya meyilli bir eylül akşamında başlamıştı. öylece girmiştim msne. bilemiyordum hayatımın değişim eğrisinde bir kırılma olacağını. işte o geldi, o dediğime bakarak hatun sanmayın, bildiğin saptı işte. ama her üç lafın iki virgül onikisi hatun olunca insan zaman harcayabiliyordu böyle biriyle. bir de üstüne laf cambazlığı gelince arkadaş oluyorduk işte. zamanla anlattıkları cidden ilgi çekici görünmeye başlamıştı.(bildiğin pornoydu lan işte) işte o günler demişti ilk defa "sözlükten 3 hatun kaldırdım hocu" diye bir şey. vay be demiştim içimden, sonuçta yeni tanışmışız, şimdiden bütün bilgilerimi eylemsel olarak göstermeye niyetim yoktu ama gerçekten etkilenmiştim.

hayat normal devam ediyordu oysa, yine bir gün girdim msne.(önceki paragrafta msne girip, bir bok yapmadığım dikkat ettiyseniz. liste boş hocu) sonra çıktım. sözlükte yine o vardı. bir mesaj attım, 15 dakika kadar cevap gelmedi. sonra gelen cevapta da "hatuna asılıyordum" diye duran not olayı açıklamıştı. zirve planları falan yapıldı işte, sonra da zirve.

zirveye yeni gelenler, uzun zamandır görüşemeyenler falan işte. sonra geldi bu arkadaş "sözlükten 1 hatun kaldırdım" dedi. aslında ilgimi çekmiyordu artık bu muhabbetler ama aylar öncesinden gelen 3 hatun bilgisiyle bu bilgi çelişiyordu. ortamda yeni hatunlar var, onlara şirin görünmek için yapıyordu diye düşünmedim bile, çünkü böyle bir düşünce ipnelik sayılabilirdi hem de gizli. o yüzden kendi teorimi ürettim hemen.

sözlükte üç ay takılan bir sap 3 hatun kaldırıyorsa, aynı sap sonraki 15 ayda kaç hatun kaldırabilirdi.(mod=4)

işte bu parantez içlerini okumamak yakmıştı beni. adam doğruyu söylüyordu özünde. aynı performans ile 15 ayda toplam 45 hatun kaldırmıştı ama o parantez içi notunu formüle uygulayınca; 45~1 (mod 4) olduğunu tamamen unutmuştum.

her şey bu kadar basitti oysa ki, hayat daha yaşanır bir yerdi hatta.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Paintte ev çizittirme olayları

Var böyle bir şey yæ. Bir kare çiziyorsun işte, üzerine de bir üçgen, pek zor sayılmaz aslınsa. Sonra içlerini boyayla doldurunca, karenin içine sağ ve sol üst tarafa gelecek şekilde iki kare daha, bir de alt bölüme dayalı bir dikdörtgen… tam olarak bu kadardı işte tüm olay. Üstteki üçgene eklenebilenbir kesik dikdörtgen ile de baca yapmak mümkündü.

Aşağı yukarı onikiyaşlarında olan ve sadece aralarından birinde bilgisayar bulunan bir arkadaş grubu için gayet makûldü tüm bunlar. Beklentilerin zaten düşük olduğu dönemde kolay mutlu oluyorduk be kardeşim, napalım. Tek bilgisayara sahip o çocuğun ise havası bir başkaydı. Adamın elinde resmen bilgisayar vardı be, üstelik fifa 99 yeni çıkmıştı. Sürekli belki bir iki maç yapmaya izin verir diye herkes oradaydı. Aslında şimdi “ben hiç gitmezdim yæ, ilgilenmezdim böyle şeylerle” diyerek cool olma yolunda büyük adımlar atabilirdim ama bari blogda yalan söylemeyeyim. Ben de giderdim kardeşim, hem de büyük bir sinsilikle düşünürdüm kimsenin gitmediği saatleri, hani başbaşa kalacağımız ve elbet oyundan sıkılıcağı o zamanları.

İşte tam olarak böyle bir gündü, ve yine gitmiştim arkadaşların bilgisayar bulunan dükkanına. Dükkan dediysem de evin altındaki bir mühendislik bürosu işte. Pek gelen giden olmayan bir mekan yani. Yine her zamanki gibi dükkanın önünden geçer gibi yapmıştım ve kendimi göstermeyi başarmıştım. Çaresiz çağırmıştı beni yine içeri. 10000 nüfusu bile olmayan bir şehir için sürekli geziyor olmama şu an başka bir anlam veremiyorum şahsen. Ancak kendimi birilerine gösterip de çağırttırma isteğimi tatmin ediyor olabilirdim ve görülüyor ki etmişim de.

Dükkana girince yine gözüm bilgisayarda hareket eden o adamlara takıldı. İşte fifa 99 yine oradaydı ve yine o oynuyordu. Biraz oturdum yanında ve oynamasını izledim. İnternet kafede arkadan taktik veren çocuğun temellerinin nasıl atıldığını görüyordum burada, hatta yaşıyordum da. Biraz zaman geçince oyunu kapattı ve dükkanın karşısındaki arsada bulunan kiremitleri gösterdi. O arsa da onlarınmış ve istersek oraya kendimiz için bir ev yapabilirmişiz. Onbir yaşlarında bir çocuğa söylenmemesi gereken sözler işte. Ama karşıda bulunanın da aynı yaşta olduğu düşünülünce, oluyordu işte be kardeşim. Hayallerle yaşıyorduk çaresiz.

Babasının kullandığı mühendislik programını açtı ve çizim yapmayı denedi. O an anladım ki bu programlar zorlu şeylerdi, çünkü bir saat olmasına rağmen tek bir çizgi bile yoktu sayfada. Hemen painti açtı ve bak neler yapıyorum havasında ilk paragrafta anlattığım geometrik şekilleri çizdi sayfaya. İşte teknolojiyi ilk defa gören insanı keklemek böyle bir şeydi. Bir yandan arsaya bakıyorduk, bir yandan karşımızdaki ilkokul ikinci sınıf çocuğunun resim dersi için çizdiği tipte bir eve bakıyorduk. Hayal buydu işte.

İki gün sonra yan komşunun büyük şehirde okuyan oğlu ile bilgisayar sahibi çocuk ve ben, yani total toplamda üç kişi o bilinen arsaya gitmiştik. İki gün önce yaşadığımız o özel anların da etkisiyle ben büyük şehirden gelen o piçe(hakediyordu ibne) ballandıra ballandıra anlatıyordum mevzuyu. Bir zaman sonra kendisi bana dönerek “biz de dün yaptık, hem de iki katlı” dedi. Vay amk demeye kalmadan renklerden bahsetmeye başladı. İşte belki de ilk kez fark etmiştim o an bir insanla çok yakın arkadaş olduğunu sanmakla, gerçekten öyle olmak arasındaki farkı. Ben sadece kapıdan geçerken görülünce mecburiyetten çağırılan biriyken, onu arayıp da çağırıyordu, üstelik kat bile çıkmışlardı.

Arsadaykan pek önemsememiş gibi davrandım olayı. Hemen oradan iki üç kiremit alıp üst üste koydum ve “ben temeli attım” dedim. Kıskandı ibne ve gelip böyle bir eve girilmeyeceğini söyleyerek karşı tarafa dizmeye başladı kiremitleri. Böylesine yavşakça ve ortamda hiç konuşmayan o üçüncü kişiye yaranma çabalı bir eylem yaptığımı hiç hatırlamam, işte tek olayım budur sanırım. Resmen ibneye yaranmak için kendimi ortaya atacaktım ki eleman ağzını açtı. “olm kiremit lan bunlar, hadi çimento bulalım” dedi. Ya rab! Nereye gidiyordu bu iş?

Dördüncü bir arkadaş vasıtasıyla çimento bulduk ve evlerden taşıdığımız sularla onu karıştırdık. Yeterince kiremiti üst üste koyup, araya da çimento dökünce ev olması için her şey gerçekleşmiş olacaktı, planımız müthişti. Tam bu sırada arsanın ve bilgisayarın sahibi olan çocuk babası yanımıza geldi ve gelişine bir tokat indirdi oğluna. Bizi de siktir etti oradan. O gün anladım işte, paintte çizilen şeylere umut bağlamamak gerekiyormuş, yoksa hayaller yüze doğru gelen tokatı görmeyi bile engelleyebilirmiş.

16 Eylül 2008 Salı

arabesk

hep garip gelmişti bu tarz müzik, ta ki 15 yaşındayken yaşadığım şu olaya dek.

boyu uzamaya başlayan her genç dimağ gibi bir basketbol topu edinmiştim. ara sıra nispeten kısa potalara sahip okula gidip dadmin olurdum. yine böyle günlerden birinde, sakalları çıkmaya çalışan bir genç geldi yanıma ve bir kaç atış yapma isteğini bildirdi. peki dememe kalmadan topu almıştı bile gerçi, yine de tabi, olur dedim. şut attıkça arkadaş muhabbet kurmaya çalışıyordu. "neler dinliyorsun" diye amerikanvari bir soru attı ortaya. aslında o soru öylece kalsaydı ortada, belki çok daha mutlu biri olabilirdim şu an ama bırakmadım soruyu orada, bırakamadım. "rep dinliyorum yææ" dedim. daha ma ma ma ma maykrofon şov zamanına geçilmemişti ve rep dendiğinde akla sadece eminem geliyordu. the eminem show da o sıralar çıkmıştı sanırım, arkadaşlarla toplanıp, dinliyorduk. bir yandan da nefreeet diye türk rap için beginner kısmından dinleşiyorduk.

cevabım üzerine topu tuttu ve bana güldü. bu kadar yavşakça bir gülümseme görmemiştim daha önce. zaten yaş küçük amk, nerede görüceksin ama yine de görmemiş olmak garip gibiydi. yeni şeyler yaşamak felam. çaresizce "peki, sen ne dinliyorsun" demek, hayatımın yönünü değiştirecekmiş, bilemedim. şimdi hatırlamadığım bir isim söyledi ağır bir tonlamayla. hiç bu kadar acı çekmemiştim. sadece adını duymak bile ebemi emmişti. bakışlarımdan anlamadığımı anlamış olduğunu anlama arifesindeyken arabesk dedi. evet, bunun anlamını ufaktan biliyordum sanki, belki. müzik sınıflandırma konusunda en sığ dönemler hocu, "dinlemiyorum o tür şeyler" tribinden kurtulmak zaman alabiliyordu. ama henüz o moddaydım ve dedim, dinlemiyorum o tür şeyler derken gözleri çakmak çakmak oldu. "hiç aşık olmadın o halde" dedi. öylece baktım, top elimdeydi, şut attım, girmedi. hayatımın akışı değişmişti. tanrım mal gibi rap dinlerken ben, insanlar aşık oluyor ve acılarından böyle müzikler dinliyorlardı. eve gittim çaresiz.

hemen aklıma okuldaki zeynep geldi, aşıktım lan ben. kasetleri karıştırdım, müslüm gürses buldum. hayatımda hiç dinlememiştim ama aşık olduğum için artık dinleme seviyesine ulaştığımı hissediyordum. müzik setini ayarladım ve iki şarkı dinledim, iğrençti. bir sorunum olduğunu düşündüm, bir şarkı daha dinledim. olmuyordu, bir türlü acı çekemiyordum. sonra doğanın kanunu’nu açtım nefret’ten, keyfim yerine gelmişti. sanırım tam aşık olmamıştım henüz diye düşündüm.

şimdi düşünüyorum da, siktir lan ordan, ne alakası var aşık olmakla, gayet sikindirik işte fmsdhşkldfnh.

7 Eylül 2008 Pazar

bizim oğlan da amerika'da okuyor

ey gidi gençlik, düşündükçe mutlu oluyor işte insan ufaktan da olsa. o yıllarda vardı çünkü "sınıfın en çalışkanı" geyiği. çünkü o zamanlar yoktu okuldan puan almak. çünkü yine o zaman yoktu denemeler arasında geçen zamanlar konu çalışmak. güzeldi yani, yatmak falan...

zamanla ufaktan büyüdük işte, öss malum toplum gerçeği pozisyonunda artık. e biz de girdik normal olarak. akabinde girdiğim bölüm zaten dil bölümünden mezun olan biri için gayet normaldi. kabusum ise tam bu sırada başladı. üst komşumuzdu melahat abla, her sitede vardı ondan bir tane, her yere yetebiliyordu. sonuçların açıklandığı gün anneme soruşunu duydum kendi odamdan. "hayırlısı olsun" derken sesinde bir şeyleri açıklamak için sorulmasını bekleyen insan tonu vardı. annem de boş çevirmedi onu, onun oğlunu sordu.

"bizim oğlan da amerika'da okuyor."

sanırım hayatımda bu kadar etkileyici ve bir o kadar boş bir cümle duymamıştım daha önce. okuyacağım bölümün ingilizce, amerika'nın ise ana dilinin yine bu ingilizce olduğu düşünülünce olay komplo teorisine doğru sürükleniyordu. daha doğrusu anlaşılır hale geliyordu. bölümümü duyan melahat hanım kendi oğlunun da aşağı kalır bir yanının olmadığını böylece belirtmiş oluyordu. yani o amerika'da, zaten biliyor ingilizce, bir de üstüne okuyor orada gibisinden. pek siklediğimi söyleyemem bu olayı, nitekim hayatımda görmediğim bir adamın amerika'da daha ne okuduğunu bile belli değilken bu kadar övülmesi pek siklenecek bir olay değildi. geçip, gitti işte.

ancak kısa zaman sonra tekrar melahat hanım ve amerika'da okuyan oğlu tandanslı haberler alışım sürüyordu. alış zayıflığıma rağmen haberler adeta rss eklentisi gibi geliyordu. lâkin kafama takılan konu bu adamın ne okuduğuydu. amk okuyor amerika'da da, olayı ne? öte yandan amerika'nın neresinde, amerika birleşik devletleri'nin kısaltması mı oluyor o amerika, yoksa güney amerika'da mı bu eleman, ulan acaba her gece başka hatun mu götürüyordur gibi sorular kafamı bolca meşgul etti. uzun süren düşünmelerim sonucunda(ki pek yapmam bunu) yok lan tipsizin tekidir o şimdi, nereye götürücek her akşam başka hatun diyerek kendimi rahatlatmıştım. ama hala okuduğu her ne ise gizemdi benim için.

bir gün melahat hanım kocasıyla birlikte bize oturmaya gelmişti. komşusal muhabbetlerde konu bana gelince, olaya katılasım geldi ve hilmi amcaya kazara "sizin oğlan ne okuyor?" diye sordum. bu sorum tamamen iyi niyetle bezeli, hatta öylesine denebilecek türden bir soruydu. kim bilebilirdi ki hilmi amcanın içine nejat uygur kaçtığını. "kitap" dedi. müsade isteyerek odama geçtim, müziği açtım, kafa falan salladım. kitap dedi lan resmen.

6 Eylül 2008 Cumartesi

mahallede mobilya dükkanı olan adamın oğlu modu

/mode mobilya_dukkani.exe yapıyorsun, çalışıyor bu. arada server farklılıkları ortaya çıksa da, genel olarak aynı kasaya sahip ürünler kullanıyor bu modu. özellikle babalarının gömlek cebinde taşıdıkları sigaradan tek dal yürüten çocuklar, orta ikiden terk olduktan sonra geçiyorlar bu moda, hem de /mode bile yazamadan, biraz default oluyor işler bazen.

anlaşılması gayet de kolaydır hani, öyle gizlemez kendini, direkt salar ortaya. bilirsiniz hani bütün mahalle esnafı oturup, sohbet eder mahallenin bir köşesinde, işte burada başlar oğlanımızın modu. orta ikiden terk doğduğu için direkt babasının yanında takılmaya başlamıştır kerata, zamanla bu esnaf sohbetlerini dinleye dinleye iyi de bir anlatıcı olmaya başlar. tabi bu anlatma özelliğini asla babası yaşındaki esnafların ortamında göstermez. daha ziyade babalar cuma namazına gittiğinde yerlerine bakan çocuklar muhabbete tutuştuğunda dile gelir. zaten diğer çocuklara nazaran daha bıçkın ve büyük olması da bu özelliğe sahip olmasa bile öyleymişcesine davranmasını sağlar.

işte yine orada, başlıyor anlatmaya;

"o değil de, bak geçen yaz ne oldu. halime teyzenin büyük kızını bilirsiniz, neydi adı? heh, ayşe. oturuyorum dükkanda, nasıl sıcak ama, gavur amı gibi yanıyor ortalık. klimayı da açamıyoruz ki, peder bey hemen kapatıyor. niye taktırmışsa sanki amuğa goyim, öylece duruyor alet. aslında şeytan diyor(hep şeytan der) sök bir gece, git sat, parasıyla da kur çilingir sofrasını. neyse, işte ortalık kavruluyor resmen mını sikiyim. kapıda belirdi bu, ayşe. bir etek giymiş ama üflesem uçacak gibi. bir de bunlar tatilden yeni dönmüşler, bacaklar bronz. bluzunun da üst düğmeleri açık, yanıyor amına koyim. yaklaştı yanıma, aniden dönünce eteği havalandı. o zaman çaktım dalgayı, iş atıyordu. yalandan bir iki sordu fiyatları. çaktırmadan elledim arkadan, baktım ses etmiyor, iyice bastırdm, güldü bu. arkadaki mobilyaları gösterme ayağına götürdüm bunu, sonra da götürdüm işte. yer misin, yemez misin, yer misin, yemez misin... şerefsizim 3 saat mala vurdum, ağlattım resmen. ilk postadan sonra baktım kalktı bu gidecek, yakaladım kolunndan, bir daha, sonra bir daha. akşam olmuş, haberimiz yok. bunu yolladım evine, ara ara geldi gitti böyle işte..."

tam olarak anlattığı hikaye bu kalıplardadır. zaman zaman karakterler değişebilir, yani hatun karakterler tabi. bazen "karı beni beğendi, para almadı" denilen fahişedir bu, bazen de karşı komşunun evden okula, okuldan eve yaşayan büyük kızı. olayın gerçekliğinin ya da yaşanma ihtimalinin dahi önemi yoktur. mühim olan o an orada dinleyenleri memnun etmektir, zira çoğu ergenlik çağındaki dimağlar da etkilenir bu hikayelerden, gidip otuzbir falan çekerler dükkanlarında.

anlatımın güçlü olmasının en büyük sebeplerinden biri de anlatıcının sahip olduğu kirli sakallardır. çünkü anlatıcı ara sıra onları sıvazlayarak anlatırken olayı yaşıyor havası verir. üstüne aralara sıkıştırdığı küfürler de küfür olayına daha yeni girmiş olan dimağları daha da etkilemektedir. tabi sonra da bu dimağlar büyüdükçe hikayeler onlara geçmektedir.

işte bir adetimiz de aşağı yukarı böyle devam ettirilmektedir ülkemizde, kültürü korumak mühim.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

başarısızlık ekolü

sportif organizasyonlar söz konusu olunca bir garip oluyor bu ülke. futbolla başlayalım olaya.

bilindiği üzere bu ülkenin en büyük başarıları maksimum 10 sene öncesine dayanıyor, yani öyle köklü bir geçmişi falan yok. sahip olduğu 100 yıllık kulüpler ise yine ancak son 10 yıldır avrupa’da sözü edilen kulüpler, hatta söz edildikleri falan pek yok, sadece son sekize falan kalınca meşhur oluyorlar bir süreliğine, o kadar. ancak buna rağmen, sanki futbol ekolümüz, köklü bir geçmişimiz varmış gibi her turnuvada yer almamız, hatta şampiyon olmamız bekleniyor. tamam, duygusal olarak hepimiz istiyoruz böyle şeyleri ama sonuçta ekol olmak öyle 10 sene ile pek mümkün değil be kuzum. bu takım dünya kupası’na katılamazsa kızmak serbest tabi de, olayı fiyasko boyutlarına götürmemek lazım.(bence) çünkü zaten 50 yıldır katılamıyorduk, bir kere katılınca kral mı olduk?

basketbol ile devam ederken olay daha da vahim noktalara geliyor. ilk ve tek başarısını 2001’de kendi evinde avrupa ikinciliği ile yaşamış bir milli takım var ortada. tamam efes pilsen’in avrupa kupası var ama ortadaki yabancı etkisi bambaşka bir boyutta. sadece milli takım olarak bakarsak, ikincilik dışında hiçbir şey yok ortada. ortada katılınmış bir olimpiyat bile yok, sonuncu olarak bitirileni saymazsak. yani ortada ne basketbol kültürü var, ne de geçmişi. buna rağmen avrupa şampiyonası’nda gruptan zor çıkınca takımımız, bir anda dövünmeler vuku buluyor. konuyla ilgili bir yazı da batug.com’da mevcuttu. batug abi diyordu ki, "yabancı bir ülkeden birisi görse bizim şu dövünmemizi, kendisine sorardı ’acaba kim bu eski şampiyon’ diye". bu derece abartan bir durumdayız. hani yugoslavya’yız da, gruptan mı çıkamadık bilemedim. geçmişin tekrarı mı bizi bu kadar, gurur duyardık halbuki onunla.

en belirgin sporlar olduğu için bunlar hakkında takılmak istedim. son olarak da karşımızda olimpiyatlar var. şu ana kadar toplamda 36 altın madalya sahibi olduğumuz olimpiyatlar. çin’in sadece bu olimpiyatlarda 59 altın aldığını düşünürsek, olay ortaya çıkıyor iyice. tarihteki tüm altınlarımız da tabi ki güreş ve halterden gelen madalyalar, arada da okçuluk var sanırım. bir iki de tekvando belki. tamamen güce dayalı, biraz teknik içeren sporlar. ne eskrim var ortada, ne atletizm, ne de estetik içeren herhangibir spor. yani olimpiyatlara 10-15 adam gidip, güç gösteriyoruz, olay bundan ibaret. pekin 2008 sona eriyor, herkes "çok başarısızdık" diyor. ben anlayamıyorum işte bunu, ne bekliyorduk ki? futbol-basketbol-voleyboldan hiçbirinde takımımız yok, keza hentbol. en büyük sporlar bunlar değil mi sonuçta? üstüne en iyi yüzücümüz elemelerde eleniyor, en iyi haltercimiz sıfır çekiyor. olabilecek şeyler bunlar, her insan başarısız olur. ama güvenilen kişi sayısı elin parmaklarıyla permütasyon yapacak durumda değilken, bu ufak şanssızlıklar tüm ülkenin başarısızlığı durumuna dönüşüyor. sanırım problemimiz de hep bu olacak. umutları tek bir adama bağlama problemi, kahraman çıkarma fenomeni..

demem o ki, sporda ne zaman süper başarılı oldu ki bu ülke, şimdi üzülüyor başarısızlıklara. en çok bizim alışık olmamız gerekmiyor mu bu olaya, yılların birikimi sonuçta bu başarısızlıklar.

not: tekrar edeyim, ben de isterim herkese çakalım ama bizim geleneğimiz, ekolümüz de bu işte. alışmak lazım gibi.

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Championship Manager 01/02

Sene 2000 sonları, bilgisayarlar Türkiye için yeni aletler tabi. Babam da sağolsun almış bir tane. Ufaktan kullanıyoruz. Bu arada bilgisayar dergilerine de ilgiliyiz.

PC ile başlayan bir dergiydi ilk aldığım dergi. Yanında verdiği CD'yi açtığımda içinde CM adından bir oyun gördüm. Demo idi, demonun ne olduğunu oyunu kurunca öğrenmiştim. İngiltere ligiydi tek seçilebilen lig. Hemen Manchester United'ı ararken bir süre zaman harcadık elbet. Ardından Man Utd. ile şenlendik tabi. Nasıl transfer yapıldığını öğrenmek bir ortaokul öğrencisi için pek kolay değildi. Zamanla oyun inceliklerini kapmaya çalıştık. Ardından geldi şampiyonluklar. Tarih 2007 ve ben hala bu oyunu açınca sıkılmadan oynayabiliyorum. Yapılan güncellemeler de bu konuda oldukça faydalı tabi.

İşte böyleydi kişisel olarak oyunla tanışmam. Muhtemelen hepinizin buna benzer hikayeleri vardır. Zamanla tabi bu hikayeler gelişerek "Olm Zidane 72 ay ceza aldı resmen.", "Adamı aldım 17 yaşında, bir ay sonra futbolu bıraktı." tarzına gelmekte. Oyun ne kadar uzun oynanırsa, hikayelerde o kadar gelişiyor. Oyuna biraz daha teknik noktalardan yaklaşırsak, öncelikle oyunun gereksinimleri çok düşük. 1 mb. lık bir ekran bile rahatlıkla oynatabiliyor oyunu. Bu nokta elbette ki çoğu oyuncuyu oyuna çeken şeylerden biri. Çünkü oyunu simge durumuna küçültüp işlerinizi rahatlıkla halledebiliyorsunuz. Ardından aynen oyuna devam.

Diğer yandan ülkemizde bilindiği üzere 15 yaşını geçip, birazdan futboldan anlamaya başlayan her insan evladı, "default" olarak teknik direktördür. Hiçbir zaman direktörü beğenmez, hep daha iyisini bildiğini iddia ederler. Bu açıdan oyun ülkemizde müthiş bir pazara sahip. bunun yanına oyunun gerçek dünyayı, sanala müthiş taşıması da pazarı oldukça büyütmekte. Öyle ki Ersun Yanal'ın CM gözlemcilerini arayıp, bilgilerine güvenip, güvenemeyeceğini sorduğu bile söylenmekte. Ayrıca Yanal'ın yaptığı transferlere çoğu insan "Kim bu acaba?"
diye tepki verirken, CM oynayan insanlar oyuncu hakkında oldukça bilgilidirler çoğu durumda. Bir de alt liglerden süperstar bulmak, alt ligde bir takımın başına geçip, üstün başarılar sağlamak insanın egosunu tatmin eden şeylerdir. Sayılan onca sebep, bu oyunda hiçbir görsellik olmamasına rağmen, bu oyunun
efsanelerden biri olmasını sağlamıştır.

Şimdilerde çoğu eski CM oyuncusu yeni versiyonlarda görsellik artırıldığı halde 01-02'yi unutamadıklarını, halen onu oynadıklarını söylemektedirler. Neyse lafı uzattık biraz, açıp şu Erciyesspor'u ligde şampiyon yapmalıyım, 20 maç kaldı şunun şurasında...

Fifa 99

Fifa serisinin efsane sayısıdır kendileri. Oyundaki oyuncuların gerçeklerine en ufak bir benzerlikleri ulunmamasına rağmen bu oyun yıllardan beri oynanabilmektedir. Nedenleri uzun zamandır gizli olan bu olayı araştırmak üzere yemedim, içmedim ve oyunu indirdim.

Kurarken içimde bir şeyler olmaya başladı. Adeta eski günlerime dönmüştüm. İlk defa internet kafeye girişim geldi aklıma. "Abi izlemek serbest mi?" deyişim. O günlerde sadece bir kaç oyun vardı bilgisayarda. Half-life, Fifa 99, Test drive, Red alert... Tabi bir de internet vardı ama o büyüklerin uğraşıydı. Biz oyun oynardık sadece. İlk defa bu büyüklerin internet muhabbeti yaptığı kafede tanışmıştım bu oyunla. İlk golümü de yine burada atmıştım Arsenal ile.

Tüm bunları düşünürken bir de baktım oyun kurulmuş. Açtım oyunu büyük bir hevesle. O görüntü hiç çıkmamıştı aklımdan. Dumanların arasından bir futbolcu çıkıyordu falan. Bunu genelde izlemez, hemen tıklayıp geçerdik, yine öyle yaptım. Ardından çıkacak olan "Push Any Button" ibaresini önceden 10 dakika beklerdik çıksın diye. Tabi gelişen teknoloji ile açılması 2 saniyeyi bile almadı. Hemen Dream League'e girdim. Seçtim yine Arsenal'ı, kadro anılarımı canlandırdı. İlk defa internet kafede Overmars ile kanat akını yapıp, Bergkamp ile golü bulmuştum. Yine yaptım aynısını. Tabi bu sefer biraz mekanikleşme oluştuğu için hiç zorlanmadım bunu yaparken. Ancak oynama konusunda pes yüzünden oluşan bazı sorunlar vardı. Örneğin bu oyunda ara pas E tuşu ile yapılmıyordu. Diğer yandan adam değiştirme tuşu olan Q, bu oyunda tekme atmaya yarıyordu. Tam bu noktada kafama dank etti. İşte bizi oyuna bağlayan şey buydu. Tekme. Şimdiye kadar hiç bir oyunda olmayan bir özellikti bu. Gönlünce tekme atmak. Hem de futbol maçının içinde.

İlk tekmeyi attığım an geldi birden aklıma. İnternet kafedeydim yine. Bir çocuk geldi yanıma, "Abi tekme atayım mı?" dedi, baştan bir brüst dedim, sonra açıkladı olayı ve attı da tekmeyi. Çok hoşuma gitti ama çaktırmadım. Çocuğun gaza gelmesini istemiyordum. "Tamam attın, gidebilirsin şimdi!" dedim. Çocuk uzaklaştı. Çocuğun yeterli uzaklığa gittiğini anlayınca tekmeyi bastım tekrar, ve tekrar ve tekrar... Bu artık bir tutkuya dönüşmüştü. Her gün oraya gidip, "Abi 250 bin liraya girebiliyor muyuz?" diyerek oturuyordum masaya ve tekmeleri atıyordum. Ta ki bir gün 6 kişi kalıp, maç iptal oluncaya kadar. Futbol kurallarını bilmeyen biri için gerçekten açıklaması zor olaydı. Uzun süre ağladım. Kendimi bilmez bir halde gittim internet kafeye. "Abi izleyebilir miyim?" bile diyemedim. Aklıma geldikçe çıldıracak gibi oluyordum. En sonunda dükkan sahibi gözümün önünde tekme atıp, kırmızı kart yemeyince kendime geldim. Demek ki yapılabiliyordu bu da. Hemen eve gidip 250 bin lira istedim evden ve oyunu açtım. Tekme attım, kırmızı. Çok çalıştım ve kendimi geliştirerek kırmızı kart görmeden tekme olayını yaptım. Birden fark ettim ki oyun bende tutku haline gelmişti. Kafamı kaldırdım, yan masada bir çocuk da Fifa 99 oynuyordu ve maçı iptal olmuştu. Üzüntülü bir görüntüsü vardı, ona gidip olayı anlattım. Ardından karşılıklı oynadık. Kim önce tekme atacak yarışı başladı ve o günden beri bu oyunu hep oynamak istedim.

Teşekkürler EA Sports.

not: bir sene kadar önce Gmnd'nin sitesi için karalamıştım bunu, bir zaman sonra bir sürü forumda yayıldığını gördüm. ilk defa yaşıyordum böyle bir şey, garip oluyormuş hakikaten. alta da ismi yazmışlar, o garip bir his işte.

17 Ağustos 2008 Pazar

ürün iade etmektense ölürüm

çok zor bir zorluk bu, bambaşka bir şey. yani en azından öyle hayal ediyorum. yoksa 4 saat önce yattığımı bilen birisi niye oldukça sert bir şekilde beni uyandırmaya çalışsın ki, değil mi?

saat 10:30'du, artık yatayım, akşama kadar uyurum hayalleri geçiyordu aklımdan, yattım, 4 saat sonra o ulvi görev için uyandırılacağımı bilmeden.

saat 14:30'du artık, omzumdaki titreme vücuduma yayılmıştı, bu etkiyle uyanabildim. karşımda mehmet okur formasıyla abim vardı. bu ne lan bile diyemeden anlatmaya başladı. hiçbir şey anlamadım, dinlemedim ki zaten, saat daha 14 beybi, uyku zamanıydı daha.

derken big boss geldi odaya, göt kadar odada 3 adam durduk öyle. zaten sıcak ortalık, 36 derece ebemle ilişkiye giriyor, bir de saat 14'de uyandırılmanın siniriyle yüzümü yıkamaya gittim, akmıyordu sular. "biz kestik" sözü olaylara anlam katamıyordu. sonradan fark ettiğim üzere çeşme değiştirme çabası varmış evde, ve bu uğraşın sonunda eldeki yeni çeşmenin bölgeye uyumlu olmadığı anlaşılmış, değiştirilmesine karar verilmiş ve ben uyandırılmışım. lâkin bu ulvi görev için niye seçildiğime dair hiçbir fikrim yok. daha önce müthiş bir iade falan da yapmışlığım yok, öyle anlamsız ki her şey, uykum var amk.

38. merdivende kavrıyordum olayı, cebimde para ve fiş, elimde ise bir torba içinde çeşme aparatları. evet oraya gidecek, uygun bir ürün olup olmadığını soracak, değişimi yapacak, eğer yoksa iade işlemini gerçekleştirip parayı ele geçirip, o para ile 2 adet ekmek alacaktım. uykulu bir insana yapılmaması gereken bir şey bu kesinlikle.

konuya geliyorum şimdi, zaman zaman yaşarız böyle, aile bireylerinden birisi eve gelirken bir ürün satın almıştır, bir süre sonra o ürünün istediği şey olmadığını anlar ve değiştirmeniz ya da iade etmeniz için size verir. buradaki siz evin küçük çocuğuna refer ediyor.(refer etmek) siz de ne olduğu hakkında hiçbir fikriniz olmayan o ürün ile ne iş yaptığını bile bilmediğiniz bir dükkana gidip, salak salak muhabbete girersiniz. işin kötü yanı dükkan sahibi sizin olayla ilgili olmamanız konusunu bir türlü kavrayamaz.

- bu şeyi değiştirmek istiyorum.
+ bakayım, bunun bandrolü yok.
- evet yok.
+ peki nereden bileyim bunu buradan aldığını.(direkt senli benli oldu pezevenk)
- fiş..
+ hmm, bakalım.
- bu dalga uymamış bizim mutfağa, şuna göre bir tane alacakmışım.
+ sadece çeşme mi?
- şunlardan işte.
+ hmm, fatiiih. şu çeşmeden çıkart. buyrun.
- pardon bunun ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok ama bunların boyu aynı değil.
+ aynı işte.
- iyi de o zaten bizim mutfağa uymayan parça.
+ haaa, doğru uymuyor bu.
- evet ben de öyle demiştim. aynısından alabilir miyim?(alabilmek)
+ yok ki.
- peki.
+ iade alalım o zaman.
-(ooo cisıs)

16 Ağustos 2008 Cumartesi

basketbolcu olma hayali

"hayallerde yaşıyor bazı ibneler"

evet yaşıyorduk amk, ne yapabilirdik ki başka? elimizde bir basketbol topu, okulda biri kırık iki potamız vardı. bir de üstüne koymuşlardı sike sike geçmek zorunda kalacağım öss’yi. başka bir kurtuluş yolu vardı da ben mi seçmedim acaba?

----previously on pulcu-----

2. sınıftayken hatırlıyorum, topu potaya değdiren puan alıyordu. iki sayı ne zaman olur, üçlük nedir bilinmeye karanlık dönemler. o zamanlar sadece bir topa değmek bile heyecandı.(halen bazı toplar bu heyecanı veriyor) hayaller de yeni yeni oluşuyordu tabi. bir gün şu potaya asılıcam diye düşünüyordu insan, sonuçta hayallerle yaşıyordu bazı ibneler..

8. sınıfa gelince her insan gibi birden boy attığımı fark ettim, resmen uzamıştım la. ve artık potaya değenin +2 mana kazandığı dönemdeydik. hayallerde oturmaya başlamıştı artık, üçlük civarında top sürerken 3, 2, 1 diye sayıp atıyorduk şutu sanki son saniyede takımı kurtarırmışcasına. eğleniyorduk da hani, yaşıyorduk hayallerle be amk ibne olamasak da..(o sıralar için)

lise hayallere re-building yapmak için iyi bir dönemdi, her şeyi düzene koyup, tam bir basketbolcu olmak için de geliştirmek lazımdı insanın kendisini. okulun ilk günü kapalı spor salonunda gezerken tüm hayallerim geçti gözlerimin önünden, evet günler yaklaşıyordu.

ilk maçıma lise birde çıkabilmiştim ancak resmi olarak. spor salonunda maç yapmak hem de liselerarası turnuvada boy göstermek müthiş bir şeydi, hayallerim için bunu yaşamam gerekiyordu. o sene maç başına 3-5 sayı atıp hayallerimi sürdürdüm. ertesi sene ilk beşte çıkarken hayaller pekişti birden. sürekli topla oynayan oyuncu olunca, bir de üstüne tribün desteği gelince insan kendini gerçekten hayallerini gerçekleştirdiğine inandırabiliyormuş, bunu anladım.

okuldaki tek potada artık tek hakim olarak gidiyordum hayallerimin peşinden. bir zamanlar topu değdirmek için uğraştığım potaya smacı nasıl vursam diye düşünerek yaklaşıyordum. yoksa gerçekleşiyor muydu bu ibne hayalleri lan?

lise iki biterken streetball turnuvasına katılıp, artık profesyonel hayata atılma hayalindeyim, halen hayaller peşimi bırakmıyordu. ilk maça çıkarken "efes pilsen gözlemcisi tribündeymiş geyiği" sikti belamı. ulan o yaştaki, o gazdaki birine bu söylenir mi, hiç mi halden anlamıyorsunuz ibneler? topu aldığım gibi smaca girdim. yere basarken ayağım kaydı hafiften, önemsemedim. hayaller gözleri de kör edebiliyormuş demek ki, resmen yer kayıyordu amk. bir daha topu aldım ve zıpladım. pek dengeli olduğu söylenemezdi. smacı vurduktan sonrası ise pek hoş değildi. vücudun ağırlığını taşıyamayan bir diz ve onun dönmesiyle irkilen insanlar. acıyla yerde yatarken hayaller pek de yakın görünmüyordu artık, akabinde yatakta 2 ay geçirince ise artık hayal bile edilemeyeceklerini anlıyordu insan.

hala ara sıra pota görünce "zamanında bir maçta..." adamlarına dönüşüyorum galiba, artık daha da inanıyorum bazı ibnelerin hayallerle yaşadığına. hayatın kaynağı lan bu, biraz mutluluk bile veriyor bazen. 3, 2, 1 ve sayıııı...

30 Temmuz 2008 Çarşamba

çok farklı şeylerin olması

çok anlamsız bir başlık ama anlayacaksınız anlatınca..

yeni bir yer açmak üzeredir çoğu insan, yani hep kafada yüzlerce plan vardır, çoğu asla gerçekleşmeyecek olan. diyelim ki bar açıyoruz. ki bu açma olayı en büyük hayalidir gençlerin. şimdi bunu birine söylerseniz hemen "e olm her taraf bar" cevabı gelecektir, akabinde ise "çok farklı şeyler olacak" der elemanımız. bunu söylerken kendi bile inanmamaktadır tabi ama söyler. sonuçta bir şekilde ikna etmek gereklidir karşı tarafı. akabinde o mekan açılır, bildiğin bardır. öyle çok farklı şeyler falan olmaz, içki satılır, içki içilir, o kadar.

olayı biraz daha internet boyutuna taşırsak daha süperleşiyor ortam. şimdi dönemimizde bir sürü sözlük var biliyorsunuz, ve kodlamanın ayağa düşmesi sonrasında(yanlış anlaşılmasın da yani temelde önüne gelen coder amk) herkesin de en büyük planlarından biri sözlük açmak, kendi sözlüğünü yönetmek, tuttu ya, abartın amk. bir sürü tanıdığım insan da var böyle, yanına bir coder almış, sikicez ortamı insanlarından. konuşuyordum bir gün birisiyle;

- abi ne gerek var sözlüğe ya, her taraf sözlük zaten amk.
+ hocu çok farklı olacak, süper planlarımız var.
- haa, o zaman başka.

işte bu muhabbetten beri başlık aklımda, ama bekledim sırf onların bir bok yapmayışlarını görmek için. aradan çok zaman geçti, nerdeyse her gün girip baktım acaba ne tip çok farklı şeyler olacak diye, ama sonuç sıfır. böyle başlık açıyorlar, entry giriyorlar, diyalog falan. e hani çok farklı şeyler.

neyse sözlüğe tıkamamak lazım tabi olayı, genel bir şey bu. her kim ki gerçekten inanır çok farklı şeyler olacağına, işte mükafat gününde ne büyük mükafatları alacak olan kişi odur.

26 Temmuz 2008 Cumartesi

aile ile düğüne gitmek

takriben düğüne 1 ay ila 1 hafta arasında bir zamanda başlar eylem, sonuçta düğüne hazırlanmak da düğüne gitmek kadar mühimdir.

ilk olarak aile bireyleri üst-baş alışverişi yaparlar. şimdi burada garip bir nokta var. sürekli düğünlere gidilmektedir ama kimsenin düğünde giyilecek bir kıyafeti yoktur. bu alışverişten sonra düğün bitince, bir sonraki düğün için de tekrar kıyafet alınır, böyle garip bir şey işte. erkekler için ise tabi biraz daha kolay durum, bir kere takım elbise alınır, sonra ooh, mis. tabi o takım elbise alınana kadar min. 4 dükkanda, dükkan başına 3 kıyafet denenir. bu denemeler sırasında satıcıdan bolca iltifat duyulur, eleman satmak istiyor sonuçta, dayar yağı boğaza kadar.

satın almanın en zor kısmı ödemedir tabi, 2 saat kadar da ödeme üzerinde mutabakata varılması beklenir ve düğün günü yaklaşmaya başlar. düğüne nasıl gidileceği konusunda bütün akrabalar farklı fikirler atar ortaya ve sonunda tamamen random bir şekilde gidilir düğüne, önceki planlar mutlak surette patlar, hem de elde.

mekana varınca akraba düğünü olmasına rağmen içerideki insanların %32’si tanınmaz, daha sonranın kızın halasının görümcesiymiş diye tanışılır çoğuyla. tabi bir daha asla görüşülmeyeceğini herkes bilmektedir. üstelik o görümcenin kızı da her zaman güzeldir, insan tekrar tekrar görüşmek isterse de olmaz pek.

el öpme sekansı genellike 27 dakika sürer. biraz boyunuz uzunsa, artık yaşlılıktan çökmüş insanların ellerini öpmek tiksinti getirebilir. "oo boy atmış iyice" geyikleri boyunuzu aşmadan kaçarsanız iyi olur. bu noktada tanışılan genç bağyanlara nasıl davranılacağı mühimdir. çok yavşaklık yapmadan, ufaktan muhabbet etmek, arada güldürmek akrabaların gözünde +2 experience kazandıracaktır.

bir sonraki levelda ise dans işi başlar. düğün mekanındaki genç yalnız erkekler, ailelerinin de gazıyla, akrabalarından ya da potansiyel akrabalarından gözlerini kestirdikleri kızları dansa kaldırırlar. işte iki aile arasında onlarca akrabalık bağının bulunma sebebi de budur, düğünler oldukça verimli çiftleşme alanlarıdır. burada sahip olunan amulet of dance, akrabaların sizi efendilik/piçlik oranı konusunda başarılı görmesini sağlar.

dans sonrası annenizin yanına oturunca muhtemelen hakkınızda onlarca iltifat duyacaksınızdır. annenizin yanında oturan 3-5 orta yaşlı bağyan akraba da bu iltifatlara destek olacaktır. sonuçta akraba ise iyidir anlayışı hakimdir. yani böyle bir anlayış yoktur ama sanki varmış gibi sürekli övülür akraba işte, öyle bir şey.

eve dönerken yine araç karmaşası yaşanması da adettendir. yine random olarak yerleşir insanlar arabalara. arabanın ön koltuğuna ikinci olarak yerleşmektir buradaki hakkınız, ya da "ben yürürüm" diyerek son darbeyi vurarak, genciz-yakarız estetiğini de yakalayabilirsiniz.

8 Temmuz 2008 Salı

sekizin dördü

yazıyla şöyle oluyor; 8-4. yani farklı da okunuyor olabilir ama halk dilinde(bizim arkadaş ortamında) böyle okunuyor kendisi, böyle kabul edilmiş kurumlarca.

super mario daha önce 7 kere canavar gebertmenin de gazıyla kendinden emindi. mercimek atma çiçeğini yerken gururluydu, artık kocaman ve kırmızı bir şeydi. etrafın metal olması moralini bozmadı, sonuçta borulardan hayatını kazanan biriydi o, o halde ne işi vardı burada diye düşünmedi bile, doğruca gitti canavara doğru. canavarın kendi yarı sahasına bakan diliminde prenses duruyordu. canavarı karşıdan gören bir pozisyona geçti ve mercimeği postaladı. tam bu sırada hareketlenen canafardan ise aynı güzellikte bir kaçış geldi. mario arkasını döndü ve birden ters yöne koştu, arkasından kovalayan canavar kendisini neyin beklediğini bilmiyordu. mario birden döndü ve canavarın üstünden zıpladı, köprüyü açacak olan manivelaya doğru gidiyordu kendinden emin bir şekilde.

*çat*

ve işte annem o anda girdi olaya. ekran karanlıktı ve annemin elindeki fiş her şeyi özetliyordu. bakkala gitmem için iki saattir bağırıyormuş. ulan 2 dakikayı 4 saat olarak yaşadım şurada, geldi iki dakikada sıçtı ağzıma. yine kurtaramadık da prensesi, amk.

sadece hava almak istemiştim

sadece biraz hava almak istemiştim sahilde, başka amacım yoktu, valla. yürüyordum öylece, durdum bir yerde, öylece bakayım denize, çok pis karizma olucak bak şimdi düşünceleriyle dururken "bilaaaader" sesiyle irkildim. tam durduğum yerin önündeki kayalıklardan bir adamdı bu, baktım iricene bir şey, döndüm arkamı gittim.

amacım hava almaktı, sadece, valla. devam ettim sahilde, bir başka yerde taktiğimi uygulamak istedim. gözüm onlara takıldı, adam resmen yiyip bitiriyordu hatunu. ağzımı suyunu silerken adamın gözü bana takıldı. işte o an gelmişti. amacım sadece hava almaktı, valla. adam hatunun ağzını bozulmasına diye kapattı ve bana doğru yürümeye başladı. "bilaaaader" dememişti ama resmen yürüyordu, iricene bir adam. yaklaştıkça ufaldı, ufacık kaldı önümde, ama yine de sinirliydi. "neye bakıyorsun ulan sen" dedi, "bir şeye değil abi" diyerek pısacakken yanındaki hatun ağzı kapalı bir şekilde geldi, durdurmaya çalıştı onu. firdevs’ti bu, elini tutabilmek için 3 ay kola ısmarladığım hatun. sonunda terk etmişti beni, demek bu pigme içinmiş. hiç bir şey düşünmedim, sonuçta sadece hava almak için çıkmıştım sahile, valla. kafa, göz girdim direkt, adama vurdukça, sanki firdevs’e vuruyor gibi hissediyordum. işim bitince, uzaklara baktım bir kez daha, aha bir çift daha, dur gidip döveyim şunu da dedim...

4 Temmuz 2008 Cuma

laleli üniversite durağında inecek olan koli taşıyan adam

işte yine o, biniyor karaköy’den, elinde yine koli. belli ki ağır, terlemiş iyice. bindiği gibi serinliğin de verdiği rehavet ile duruyor bir an, sonra kolileri bırakıyor yere. tam kapının dibinde durması da bir başka tipik özelliği tabi, kimse geçemesin istiyor kapıdan. sonuçta o koliler onun her şeyi, başkaları binmese de olur.

eminönü’de en az 3 kişilik yer kaplayan kolilerin de yardımıyla binemiyor kimsecikler. yazık, diğer tramvayı bekleyecekler. bazılarının gözlerinden "bundan sonraki her tramvay final havasında" olayını okuyabiliyorsun. sirkeci’de binememe süreci sürüyor. gözler ağlamaklı. sıcak vurmuş hepsini, belli.

gülhane rahat geçti, zaten diğer kapılar açılıyordu orada. adam iyice coştu. iki kat yaptığı kolilerin üst bölümlerini de yere indirdi. sefa pezevengi oldu iyice. bilmiyor mu ki sonraki durak coşacak buralar. sultanahmet’te muhtemelen 2-3 saat önce beyazıt dolaylarında "how can i go to sultanahmet" şeklinde gezinen turistler biniyor. binerken takıldıkları kolilerin yanındaki adama ise sadece bakıyorlar. otantik adam ya şimdi bu, gidince memlekette anlatacaklar. bilmiyorlar ki ebemizi sikiyor o adam her gün. çemberlitaş’ta son rötuşlar sürüyor. her şey beyazıt durağı için. istanbul’un 3/4’ü o durakta yaşıyor. gün geliyor 14 tramvay dolu geçebiliyor gözlerinizin önünde.

beyazıt adeta bayram yeri, yolcular yer kapmak için hazır. tramvay kapılarını açana kadar kapının önündeki insanların gözlerinden "aha lan tam kapıyı tutturdum" olayı okunabiliyor. diğerlerinde ise genelde "skiim yine kaçırdık" bakışı. adamımız ise yaydırma pozisyonunda biraz sıyrılıyor, hatta resmen toplanıyor. sanmayın ki bunu birileri daha binebilsin diye yapıyor, sadece onun durağı geldi, o kadar.

zinhar başka durakta inmez bu adam. laleli-üniversite’dir onun durağı, adeta yaşama bağlandığı yer. tramvay için ise bir kurtuluş noktası. üniversite öğrencilerinin çullandığı bir yer.

indi işte, şükür.

1 Haziran 2008 Pazar

sürekli kavga eden ebeveyn

psikolojiye göre çocuğun gelişimini kötü yönden etkileyen bir olaydır kendisi.

ilk defa ne zamandı hatırlamıyorum, o kadar da mühim değil hani. tek hatırladığım gelen boğuk ve sinirli sesti, bağırma sesi. ne dediği bile anlaşılamıyordu. sırf bağırmış olmak için yapılan bağırmalardan biriydi sanırım, yüksek sesle bir şeyler söylemiş olmaktı tek amaç. ardından gelen ağlama sesi de açıklıyordu kime yöneltildiğini. böyle durumlarda insan pek taraf tutamıyor, sadece işini yapmaya devam ediyor, duymaya çalışmak böyle bir şey sanırım.

liseye geldiğimde çok daha netti her şey, bağırılan şeyler de, verilen tepkilerde hafızama kazınıyordu. sınavlar vardı önümde, ders çalış diye kafa sikilen zamanlar hani.. o dönemde tek hatırladığım yine bağrışmalardı, ne öss, ne okul. hak vermeye başlamıştım psikolojiye ya da hak vermek istemiştim hep. biraz suçlu hissetmelerini istemiştim onların, belki biraz olsun düzelirler diye, olmadı..

üniversiteye geldiğimde, sırf onlardan biraz uzak olmak, biraz rahat edebilmek için istanbul'u istedim, kazandım da. artık hayat biraz daha rahattı sanki. hiç telefon bile açmadım. aradıklarında "kontörüm yok"tu en büyük yalanım. halbuki yüzlerceydi ama istemiyordum telefonda bile konuşmak. bunu yüzlerine söylemek ise oldukça zordu. yıllarca tarafından bakılınan insanı sevmemek büyük bir suçtu, hele bir de bunu dile getirmek..

içe atmak da çözüm değildi aslında, çocukluk alışkanlığımla devam ettim hayatıma, yaptığım işe devam etmek. sözlüktü belki de rahatlama yerim, açtım yine onu..

27 Nisan 2008 Pazar

aşk sevişmek içindir

geçen gün yolda yürüyorum, tam konak metroya geliyordum ki bir adam bağırarak telefonla konuşuyordu. kendisi dikkatimi celbetti. yaklaştım kendisine, bön temalı bir bakış attı bana. hemen görünümü değiştir diyerek gizli hazineden iletişim kurmayı denedim. belli ki o da yaralıydı. "hocu" dedim, anlamadı. "göt" dedim sonra, anladı bu sefer kendisine seslendiğim. gel bir şey konuşucam seninle derken gözündeki korku arttı. dövücem sandı sanırım, ya gel bir sır vericem dedim. "aşk sevişmek içindir" derken gözlerim parladı, sikerün tarzı bir şeyler geveledi. tekrar ettim, tekrar geveledi. gel, oturup tartışalım bunu dedim, kabul etti. kekremsi iki cappucino içerken konuyu açtım, inandı. hep sevmişimdir kolay gaza gelen insanları. sonra götümden uydurduğum 3-5 hikaye ile olayımı destekledim, hatunların aslında açıkça niyetini belli eden erkekleri tercih ettiğini, benim de aynen böyle davrandığımı anlattım, yine inandı. baktım bu inanıyor, bir kaç kitabımdan bahsettim, bu sefer inanmadı. neyse dedim artık ben kaçayım, hesabı öder gibi yaparken hemen atladı. yarım ağızla "öderim ben" derken, hesap ödenmişti bile. yürürken bir hikaye daha patlattım ve son raddeye getirdim elemanı, gitti hatunun yanına.

bilmiyorum gerisinde ne oldu ama şunu gördüm ki böyle sözler çok gaz veriyor. böyle derken direk tanım yapan sözleri kastediyorum. hani "hayat bir yolculuktur, taa ananın amına kadar yolun var", "aşk bir oyundur, devlet tiyatrosu gibi dandik". uzak durun bu sözlerden. başlıkla da bağlayamadık konuyu gerçi ama içinde geçiyordu. tanım da şey; geçen gün bir elemana cappucino ısmarlatmamı sağlayan söz öbeği, öbek öbek.

17 Nisan 2008 Perşembe

23 nisan çocuğu

sınıfın en çalışkanı olduğum güzel yıllardı, sene 1997. 22 nisan günüydü, süslüyorduk sınıfı. derken müdür girdi içeri, "semih’i alabilir miyiz?". tabi yoktu o zamanlar aklımızda "alışına bağlı" diyerek gülmek. tavşan gibi çıktım dışarı, odasına götürdü beni. yanımda diğer sınıftan ineklikte yarıştığım bir çocuk daha, aramız da iyi hani, nasıl olmuşsa artık. koltuğa oturacaksınız, dedi, kafamızı salladık. derken bir arabaya atladık. öbür eleman "spor ilçe müdür" olacaktı bugünlük, ben ise "jandarma komutanı". ey heytera bea nidaları ile askeri bölgeye geldik. kapıda karşıladı ilçe komutanı, içeri buyur etti. odaya girdik ve salak bir bakışma. "e hadi otur" dedi, tırstım, oturdum. aile, okul, hava, su konuştuk biraz. aç olup olmadığımı sordu, tokum dedim ama ye, ye diyince tırstım, yedim. nohut-pilav, bildiğin asker yemeği işte. sonra telefon çaldı, açmadım tabi. atladı hemen komutan, arayan kaymakamdı, yani onun yerine oturan çocuk. heh, dedim, sıçtık şimdi. salaktan muhabbetler işte. gelmiş bana bir arsa varmış, noldu o. lan ne bileyim, zaten zorla getirdiler buraya diyemedim, halledicez onu diyerek salladım kendisini. sonra baktım fotoğrafları çıkmıştı ilçe gazetesinde, güzel de bir şeymiş, kaçırdık şansı. komutan gaza geldi bu sırada, biz de arayalım dedi, ev telefonumu istedi, verdim. santraldan arayıp, "komutan sizinle görüşmek istiyor" demişler anneme. ulan dedim, bu ne gazdır. korkmuş zaten annem bir şey mi oldu deyu deyu. tabi ben açınca bir garip olmuştur içi. konuştuk, kapattık. giderken de pastel boya ve kalemkutu falan verdiler, kaliteliydi hani.

sonuç olarak aşırı yüzeysel ve yapmacık olmasına gıcık oldum. okuldaki hava ise paha biçilmezdi.

12 Nisan 2008 Cumartesi

bunun cinsi böyle

ağzımdaki kekremsi tat ile yine dışarı çıkmıştım, hedefim uzun yıllardır sahip olmak istediğim muhabbet kuşunu almaktı. pet shopu gördüm, ama kararsızdım. eskiden hiç pet shop yazmazdı, neydi lan o diye düşünürken dükkan sahibi dışarı çıktı. derdimi makul bir dille anlattım, o da hatırlamadı. neyse ya diyerek bir başka derdimi anlattım. "bence bırak gitsin, dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır" dedi. abi muhabbet kuşu değil bu, sevgilim terk etti diyorum dedim, dalgalandı da duruldu. pardon dedi. tam bu sırada bir başka derdim daha geldi aklıma ama anlatmadım, sonuçta eski sevgilimi hayvan yerine koymuş birisiydi artık. fazla yüz göz olmadan konuya girdim, kuşları görmek istedim. yüzündeki o iğrenç gülümsemeden hemencecik "kuş" kelimesinin insanda oluşturduğu psikolojiyi hatırladım ama o iğrenç adama çok yakışıyordu bu gülümseme, çaresiz bekledim. içeri buyur etti, çay söyledi. içmedim, kuşları görmek istiyorum dedim, yine o gülümseme. tanrıııım, yeter artık. sonunda kafesin yanına geldik. mavi, yeşil, sarı, beyaz ve pembe kuşlar orada uçuşuyorlardı. pembe!

- abi, dedim. bu ne ayak? pembe muhabbet kuşu mu allasen?
+ bunun cinsi böyle, dedi.
- abi sen tavuk sikmeye çalışıyorsun galiba, diyerek uzaklaştım bu riya yuvasından. giderken düşüncelerimi toplamaya çalışıyordum. acaba hakikaten beklemeli miydim, hakikaten benimse dönecek miydi?

19 Mart 2008 Çarşamba

öylemesine

hiç topum olmamıştı benim. neden bilmiyorum ama fakir değildik. aksine zengin hiç değildik. tam bir ortadirek ailedeyken top sahibi olamamak gerçekten büyük bir yaraydı içimde. öyle çok yenetekli bir çocuk olmamamdan da kaynaklanıyor olabilir tabi. milletin çocukları topla dans ederken, ben daha çok tekniği olmayan savunma oyuncusu boyutlarında olduğum için "yavaş oyna lan" denilen ufak çocuktum hep. evet ufak çocuk dedim ama buradan kasıt yaşça olan ufaklık, yoksa boyut olarak hep 23 gösteriyordum. bu sebepten sanırım hep ufak şeylerden mutlu olduğum sanıldı. 7 yaşında okudum işte, benim için büyük bir adımdı. dışarıdan bakanlar "oha herif 10 yaşında yeni okuyor" diye bakıyorlardı. hayır kardeşim daha ufacıktım ben. yetmedi, matematik sorularını çözerken aldığım zevkin içine bolca sıçıldı. o da yetmedi, üniversitede 8. girişimde kazanmışım gibi davranıldı. lan ufacığım ben daha, yaş 19.

neyse konuya döneyim, benim hiç topum olmadı. işte bu yüzden hep birilerine bağımlı gibi yaşadım bazı zamanlar. yani ilk çocukluk dönemi boyunca. çünkü o yaşlarda top sahibi olmak ve atari sahibi olmaktı üstünlük göstergeleri. bolca taşınan bir aileye sahip olduğum için hemen kaynaşma hayvanlığına sahip oldum ve böylece belki de daha da bağımlı oldum, insanları kullanmayı bile öğrendim belki de. 10 yaşındaydım unutmuyorum, topu olan bir arkadaşım vardı, orçun. benden 3 yaş kadar büyük. topu vardı, evet siz de bunu bekliyordunuz sanırım. benim de atarim. hadi top oynayalım demeye korkardım. önce bize çağırıp, atari oynardık, ardından bunun karşılığı olarak o çıkarırdı topu, ben vururdum, top patlardı. bu kullanım sırasında bolca kazık yediğim de oldu tabi ama yine de hep eğlendim. küçük şeyler için ne kadar karmaşık planlar yapabileceğimi de gördüm.

şimdi durduk yere niye böyle karaladım ben de bilemedim, öylemesine işte.

6 Şubat 2008 Çarşamba

veli toplantısı

gereksiz anacım, başka da bir şey değil. genç dimağların bir süreliğine baskı altında yaşamalarına sebep olur o kadar, başka bir işe yaradığı görülmemiştir.

1999-2000 eğitim öğretim yılı 1. dönemi. normal bir edirne pazarı. yine veli toplantısı, yine annenin eve o sinirli dönüşü. ulan ne yaptığını bilmemek midir en kötüsü, yoksa kaçacak bir yerin olmaması mıdır acaba, hiç bilemedim. bir anda bilgisayar kapandı. evet veli toplantısı etkileri görülmeye başlanmıştı, artık bilgisayar yasak. cep telefonumu da alırlardır aslında ama alabilecekleri bir telefonum yoktu henüz, o yüzden bağırdılar sürekli. olayı kavrayamamak gerçekten dert olmuştu. orta iki için oldukça yüksekti ortalamam, hocalarla takışmamıştım da, neydi bu çilenin sebebi acaba. birden babam çağırdı salona, gittim sike sike. "arkadaşlarına uçan tekme atıyormuşsun" dedi. evet hayatımın en anlamsız anıydı belki de, uçan tekme. bruce lee dışında kimsenin yapabildiğini bilmiyordum. belki arnold şıvardzeneger ama onu yazamam diye bilmiyormuş gibi yapmıştım. bir filminde bacaklarını böyle dümdüz yaparak yumruk attığı sahne de fena değildi hani. ben bu düşüncelerdeyken bir böğürtü hayata dönmemi sağladı. "arkadaşlarınla niye iyi geçinmiyorsun?". anladım ki babam uçan tekme konusunda ciddiydi. ama konu ciddi olamayacak kadar uçuktu, işbu sebepten ancak bakabiliyordum boş boş. devam etti babam, "bilgisayar yok bundan sonra, zaten telefonu da meşgul ediyorsun. ders çalışılacak, arkadaşından da özür dilenecek." emirler gelmişti.

okula gittim ertesi gün, hocayla karşılaştım. "hocam kime uçan tekme atmışım ben?" diye sakince sordum. "senin adın neydi" dedi, semih dedim. "aa senin adın da mı semih" diyerek güldü. "senin derslerin iyi ya" dedi. olay çözülmüştü galiba, iki semih karışıp, benim götümde patlamıştı. eh artık öbür semih de muhtemelen hayatının en mutlu anlarını yaşamıştır kısa süreliğine.

ailemin hiç haberi olmadı tabi niye böyle olduğundan ama 2 hafta sonra da unuttular zaten, açtım icq, baktım hatunlar girmiyor artık, bir daha sövdüm hocaya...

29 Ocak 2008 Salı

istanbul izmir yolu gibi aşkımız

yola çıkarken heyecanlıyım tıpkı ilk günümüzde olduğu gibi, erkenden fırlıyorum garaja gitmek için ve erkenden başlıyorum seni beklemeye. görünce oturacağım yeri seviniyorum sanki seni uzaktan görmüş gibi. yerime yerleşiyorum hemen sanki sana sarılıyor gibi. köprüye gelince manzaradan etkileniyorum hani seni görüp de etkilenmiş gibi. pendik'e doğru sıkılıyorum ufaktan oturmaktan. sen de belli sıkılıyorsun benimle uğraşmaktan. derken geliyoruz feribota. yalova'ya geçerken ayrıyım senden ama aklımda sadece sen varsın, sadece seni düşünebiliyorum. sürekli acaba otobüse dönsem mi diye düşünüyorum, sanki yanına dönmeyi düşünür gibi, dönüyorum da. sıcak karşılıyorsun beni, dışarıdan rüzgara karşı koruyorsun. gemlik'e gelince büyüleniyorum tekrar manzaradan. tekrar keşfrediyorum belki seni burada. bursa'da aramız soğuklaşıyor sanki uludağ'dan rüzgar esmiş gibi. fazla durmadan diğer duraklara gitmeye çalışıyorum ama firma şerefsiz, çok yolcu almak için bekletiyor sürekli beni. mustafakemalpaşa'ya gelince uzaktan sana bakar gibi hissediyorum kendimi. işte şehir orada, ama tam olarak göremiyorsun bile. susurluk'ta ise ben otobüsteyim, sen evinde. ben seni düşünüyorum, sen benden habersiz. zaten çabuk çıkıyoruz şehirden. balıkesir'de için ısınıyor. şehrin sıcaklığı bana senin sarılmanı hatırlatıyor ama şerefsiz firma burada fazla durmuyor, istikamet manisa. tırmandıkça otobüs dağa, hava soğuyor. uzaklaşıyorsun sanki sürekli benden. bir an önce inmek istiyorum deniz seviyesine, olmuyor. geç de olsa indiğimizde izmir'e, işte diyorum sıcacık, o kadar çektiğim şeye değmiş ve işte diyorum, seni seviyorum...

9 Ocak 2008 Çarşamba

dalgalar kayalıklara çarparken

çaya bandırılan bisküviyi ağzıma götürürken dizime düşürmüş, bir de üstüne eğilip bakayım derken elimi yakmış gibi, mağrur, kanıksanım, bir o kadar da örselenmiş. yürüyordum kendimi bilmeden. yollar yürümekle aşınmıştı belki de, durdum. kafamı kaldırıp dalgalı denize baktım, o da üzüntülü gibiydi. belki benden etkilenmişti de böylesine coşmuştu, bilemedim. bir dalga daha çarptı kayalara ve su geldi ıslattı yüzümü. gerçi zaten gözyaşları ile ıslanmıştı ama yine de hissetmiştim deniz suyunu.

böylesine duygular içerisinde arkamdan onun gelip, tüm üzüntümü almasını beklerken ensemde patlayan tokat ile irkildim. gelişine bir yumruk salladım, boşa gitti. arkamı döndüm çaresiz. hüseyin oradaydı, öküz, manda, hayvan gibi adeta. evet tokadın sahibi de oydu. "ne var" dedim ağlamaklı bir ses tonuyla. "iyi lan, napıyosun burda" dedi hayvanca. ağzımı bile açamamıştım ki üstüme zıpladı, yere düşürdü beni. evet bu bizim eğlenme tarzımızdı. sonra bir dalga daha çarptı kayalara, hüseyin ıslandı bu sefer. ayağa kalktı, "yürü gidelim, hava soğuk, hasta olucaz" dedi. yürümeye başladık. o sırada düşündüm işte "ulan biz kimdik ki, böyle filmde yaşar gibi artistik pozlar veriyorduk. en fazla gidip kafayı çekecek adamlardık". hüseyin'e bir tekme attım ve koşmaya başladım. dalgalar kayalara çarpmaya devam ediyordu.

5 Ocak 2008 Cumartesi

benzerlik

hep mat2 gibiydin
uzaktan bakınca bildiğimiz üçgendi işte
ama içine girince içinden çıkılmaz bir hal alırdın
Ne bilsin bu yürek trigonometriyi

Arada coğrafyayı andırırdın
Haritada görünce dokunabilecek kadar yakın
Ama aslında çok uzaklardaydın
Ne bilsin bu yürek kilometreyi

En çok fiziğe benzediğinde üzülürdüm
Sürekli kolları eşitlenmeye çalışılan bir terazi
Binicisi hep yanlış yerde olan
Ne bilsin bu yürek a yükünü

Edebiyata benzedikçe severdim seni
Hani karışık gibi görünür de
Bir anda açıklanırdı ya paragraf
Ne bilsin bu yürek Farsça'yı

3 Ocak 2008 Perşembe

ciddiyetsiz hayata geçiş denemeleri

bir otobüs yolculuğu ve girilen bozuk bir yol. hem de hiç bitmek bilmeyenlerinden. evet ilk görüntüsü buydu kafamdaki. 1 ağustostan beri artvin'e kadar uzanan bir yolculuktan yeni dönmüş bir bünye de ancak böyle görebilirdi zaten daha önce hiç yaşamadı depremi. mola yerine gelmeyi beklerken uyanabildim ancak. gözlerimi açtığım anda kitaplığın devrildiğine şahit oldum. daha önce hep duyduğum bir şeydi bu, deprem. ama ilk defa yaşıyordum. sona erdiğinden emin olduğumda yatakta doğruldum. odamın kapısı kapanmıştı kitaplarla. koridorda ise bir ışık yanıyordu kendinden geçmişcesine. kapıyı açtı annem, babam da telefonu. halamlarla kısa bir görüşme yaptıktan sonra hat kesildi. uzun zamandır görüşmediğimiz bir yakınımızla konuşmamıza vesile olmuştu deprem. ardından apartmanın tüm sakinleri kapımızın önündeydi. hemen girişteydi dairemiz, o açıdan ne yapılacağına dair konuşma bizim kapımızın önünde yapılıyordu. aşağı inip, geceyi dışarıda geçirilmeisini istediler. saatin kaç olduğuna kimsenin bakmadığını orada anlamıştım. kafamı çevirdim saate doğru; 03.05 idi. aşağı indik çaresiz. hemen bankanın üst katında oturuyorduk. bankadan koltukları çıkarıp, onlara oturduk. kimsenin olayın ne olduğuna dair bir fikri yoktu. önceki hafta gerçekleşen güneş tutulmasının etkilerinden bahsediyordu bazıları. belediyenin anonslarından önce çıkan o sesi duydum. ardından da genel olarak çığlıklar. enkaz altında kalanları kurtarma çabasıydı bu duyduklarımız. olayın vehameti hakkındaki ilk fikirleri oluşturuyordu. elektriğimiz olmadığı için tek şansımız bu yayını dinlemekti. bir süre sonra olaylar anlatılmaya başlandı. depremin büyüklüğü, merkez üssü, derinliği söylendi. bu terimlere o kadar uzaktık ki, anlamamız zaman aldı. gün boyu dışarıdaydık. eve girebilecek cesareti gösterenlere deli gözüyle bakılıyordu ufaktan. arabalarda uyuyanlar pek boldu. aslında geçen diğer günler de pek farksız değildi bu günden. sürekli sallantılar, sürekli birilerinin duydukları üzerine yapılan konuşmalar.

bu günlerde işte dikkatimi çekmişti insanların birbirlerine ne kadar iyi davranabildiği, hem de hiçbir ayrım gözetmeksizin. tipine, yaşına, haline bakmadan herkes birbirine yardım eli uzatıyordu. o ana kadarki yaşantımın dayandığı ders, okul vs.nin aslında ne kadar önemsiz olduğunu anladım belki de bu anda. önemli olan insan olmak olduğunu kavradım o anda. hayatın ne kadar kısa olduğunu da gördüm elbet. bu açıdan saçma geldi onca kastırdığım ders daha ortaokul çağında olmama rağmen. boşa almıştım kendimi.

8 yıl geçti olayın üzerinden. şimdi bakınca o günlere belki de şükrediyorum o güne bana hayatımı daha güzel yaşama imkanı verdiği için. belki bu olayı yaşamasam, şimdi burada sözlükte olmak yerine, kitap başında ders çalışıyor olacaktım. evet bu daha güzel bir şey olacaktı benim için ama şu anki mutluluğuma zerre yaklaşamadıktan sonra ne önemi var ki.
 
eXTReMe Tracker