2 Kasım 2009 Pazartesi

birtakım olaylar

www.pulcu.org

açılmış bir süre önce, insan bir söyler işte..

17 Ağustos 2009 Pazartesi

iddaa üzerindeki hakem etkisi

iddia olayı ilginç aslında, resmi bahis oyunu olan iddaa dışında, konsept açısından iddia olayına bakarsak ilginç bir olay çıkıyor ortaya. iki kişi, en ufak etkilerinin olmadığı bir olay hakkında sonuç üzerine para yatırıyorlar. tabi bıyıklarını kestireceğini söyleyenler de çıkıyor arada, o ayrı bir konu.

şimdi böyle bir durum var ortada, hiçbir etkin yok olay üzerinde ama sonuçları seni feci etkiliyor. cidden mantıksız geliyor insana böyle düşününce. diğer yandan ise parayı ikiye katlama gibi cazip bir seçenek var karşıda ki olayı çekici kılan tek şey de bu sanırım. hayata heyecan katmak da opsiyonel oluyor bu durumda.

iddaa ise olayın üst boyutu. burada ikiye katlamak değil tek şansınız, binlerce kat kazanabilirsiniz, üstelik tek oynama hakkınız kazanan taraf da değil. kaç gol olacağı, ilk tacı kimin atacağı bile sizi zengin edebilir. tabi böyle olunca oyun üzerinde en büyük etki hakkına sahip olan hakemlerin önemi biraz daha artıyor. her maçta görebileceğiniz bir hakem hatası, size milyonlara mâl olabiliyor.(eski lira)

şahsen sivasspor ile fenerbahçe arasında maça sivasspor için çifte şans oynamıştım. henüz oturmamış hücum hattı ve zayıf sayılabilecek savunmasıyla fenerbahçe'den pek bir şey beklemiyordum. ama unuttuğum nokta sanırım sivasspor'un daha da kötü durumda olmasıydı. buna rağmen maç gayet iyi gitti uzun bir süre, ama o da ne? ofsayt olan bir pozisyondan gol geldi ve akabinde dağılan bir anadolu takımı izledik. fenerbahçe de skora çok rahat gitti. burada demek istediğim tabi ki maçı hakem verdi değil, sonuçta zaten tek kale izliyorduk maçı ama yine de oyunun haksız bir şekilde değişmesi, para kaybeden olmasa da kazanamayan biri olarak, beni üzdü. bu futbolu oynuyor takım sahada, galibiyeti haksız olarak almasın istiyorum. üstelik işin bir ucu da artık parayla ilişkilendiği için, insanlar daha dikkatli olsun istiyor herkes.

tabi bu sorun iddaa ile ilgili değil, genel olarak futbolun bir sorunu. basketbolda olayı izleyerek çözebiliyorlar artık ama uefa-fifa sağolsun eşitlik ilkesinden dolayı bu tip bir olayı futbolda uygulamıyorlar. böyle olunca da anlaşılıyor ki insan unsuru ile maçlar yönetilecek uzun yıllar. ancak iddaa farklı olay, bu açıdan da bence iddaa'nın olaya biraz farklı bir perspektif koyması lazım. hakem hataları konusunda farklı iddialar koyabilir ya da mevcut ganyanları hatalara göre de değiştirebilir. farklı bir tat yakalamak için de hoş olabilir gayet bu.

tabi hiçbirimiz eğer o hata yapılmasaydı maçın gerisi nasıl geçerdi bilemeyiz, misal aynı maçtan örnekle, o pozisyonda ofsayt verilseydi, maçın 5-0 olmayacağını kimse söyleyemez. kısfmet bunlar sonuçta, sadece bir öneri veresim gelmişti, farklı tatlar güzel olabilir zaman zaman. tabi yanlarında farklı kavgalar da getirecektir, alıştık gibi artık kavgalara, o yüzden önemsemiyorum pek onları :)

iddaa üzerindeki hakem etkisi

13 Temmuz 2009 Pazartesi

iş tanımlamaları vol.1

önceleri hep istenilenin çok fazlasının, beklenenin ise çok daha azının söylendiğine pek inanmazdım aga, sonuçta herkes gördüğünü fazlasılya büyüterek anlatırdı.

ancak gün geldi ve günlük işlerde çalışmaya başladım ufaktan. hostluk tipindeki işlerden sonra bir gün arkadaşım ertesi gün "ofis elemanı" olarak çalışıp, çalışmayacağımı sordu. boşluktan evet diyerek numaramı verdim. 1-2 saat sonra aradı eleman:

- tamam o halde, yarın boşsun tabi. ingilizce biliyor musun?
+ ingilizce öğretmenliği okuyorum, yani..
- süper o zaman, tam aranan kişisin. levent'i biliyorsun değil mi? en geç 9:30'da orada olacaksın. takım elbise giyeceksin, unutma.
+ hallederiz yæ.

böylece yabancı dil bilme işinden girmiştik olaya. ertesi zar zor bulabildim adresi, bu sayede levent'i bilmenin de ne demek olduğunu öğrenmiş oldum. vardığımda ise saat 10:30'du. 1 saat geç kalmanın burukluğu ile gittiğim yerde aslında yarım saat erken geldiğimi öğrenmiş de oldum. etrafımda kravat dahi takan kimse yoktu, bu da sanırım ne kadar alt seviyede olduğumu gösteriyordu, tabi bunu anlamam saatlerimi alacaktı.

birden geldi altında çalşacağım yasemin hanım, tanıştık ve oturdum öyle. saat 13 gibi, yemek söyleneceğini öğrendim. sadece oturuyordum öylece ve açıkçası utandım yemek istemekten. yemek sonrasında ise saat 14 civarı ilk işim geldi önüme, kimlikleri alfabetik sıraya koyacaktım. ingilizce bilmenin önemini kavradım birden. yoksa w ile başlayan ismi nasıl sıralayabilirdim ki..

işten çıktığımda saat 21:20 idi ve yaptığım işler mektup katlamak ve kimlik sıralamaktı. yarınımın neden boş olmasını gerektiğini de anlamıştım, zira ancak boş bir günde yapılacak şeyler bunlar. ve o şeyleri yapmama rağmen boş bir gündü. aslında basit görünen şeylerin ne denli önemli olduğunu kavramıştım. sonrasında ise daha dikkatli baktım iş olaylarına.

ama deli gönül durmuyordu işte. bir ders sonrasında otururken kantinde çaldı telefonum:

- "bilgisayar kullanmayı biliyor musun?" dedi ses bu sefer.
+ hallederim sanırım, diyebildim.
- takım elbise giy, tıraş ol, şu adrese git, dedi.

bilgisayar kullanmak sanırım bilgisayar bir şeyler yazmaktı, en azından tahminim böyleydi. her şeyi halledip yola çıktım ve vodafone genel merkezine gittim. genel müdür yardımcılarından birinin yanına gidecektim görev olarak. kendisini buldum ve misyonumu anlattım. bana bir sunum gösterdi bilgisayarında, sonra onu bir flash belleğe koydu. sonra flash belleğin içinden dosyayı tekrar açtı ve kontrol bunu. bunu 3 kez daha tekrarladı ve flash belleği kutusuna koyarak bana verdi. heyecanla bekliyordum orada, iş yapacaktım sonunda. "bunu yarın sabah, en geç 9 da, erhan beye vermiş olmalısın" dedi. "peki" dedim, "o kadar mı?". "o kadar" dedi gözümün içine baka baka. sunumun konusuna baktım, "siber uzayda çocukların korunması" idi. bilgisayar bilmenin gereğini de anlamıştım birden.

artık üç yabancı dil bilmesi gerekiyor yazan işlere bile başvuruyorum gönül rahatlığı ile, zira en az üç dilde seni seviyorum diyebilirim. mnskym başka ne olabilir ki işin tanımı. işi boktan yanı zaten parayı da alamadık daha, daha boktan yanı ise, istemeye yüzüm de yok. iş mi lan bunlar? ayıp değil mi üniversite öğrencisine bunları yaptırıyorsunuz? ühü..

30 Haziran 2009 Salı

modern kadının dayanılmaz karmaşıklığı

giydiği havalı yaz kıyafetiyle herkesin dikkatini rahatlıkla çekiyordu. zaten programın da konuğuydu, dikkatlerin üzerinde olması gayet normalde. birden "erkekler basit olanlar zaten, önüne koy bir tas yemek, tavla oynar, ps oynar, zamanını geçirir. hayattan zevk alan bizleriz, biz karmaşığız. onların parası var ama nasıl harcayacaklarını bilmiyorlar. iyi olan biziz..." diye dönüşü olmaz bir yola girdi. karşısında yıllardır ntv'de çokça izlediğimiz, o gözlüklü, kır saçlı adam vardı. dünyanın en efendi insanı kim diye sorsan, onu gösterirdi herkes düşünmeden. ama o düşünüyordu işte, ve aklındaki her şeyi de çekinmeden söylüyordu. işte buna modern kadın deniyordu zaten, rahat, ilişkilerini konuşarak çözmeye çalışan ve ilişki bitince köşesinde(kendisi köşe yazarıydı aynı zamanda) bundan rahatlıkla bahseden.

kendisi böylesine rahatça ilişkilerden bahsediyordu ama kahvede ahmet abi ondan bahsederse bunu da hemen "kıroluk" olarak yaftalayıp, yine köşesinde kullanabiliyordu. sonuçta o karmaşık olandı, onu anlamak bize düşemezdi asla. hele kahve köşesinde tavla oynarken bunu yapmak, karmaşıklığa aykırıydı.

program devam ediyordu. en efendi sunucu sadece gülebiliyordu karşısında, sonuçta bir şey yapamazdı, efendiydi kendisi. gerçi zannetmiyorum aklına kötü bir şey geldiğini de, efendi sonuçta, kötü şey de düşünemezdi. ama yazar hatunumuz durmuyordu işte. gelen mailler tonlarca ayar verirken, sunuculardan hatun olanı konuğuyla ne kadar samimi olduğunu göstermek için elinde geleni yapmıştı. neredeyse isim verecekti geçmiş ilişkileri hakkında. işin kötü tarafı ise bu saatte izleyecek başka bir şeyin olmamasıydı. henüz bitmişti ispanya-abd maçı ve büyük keyif sonrası biraz gezinmek istemiştim televizyon kanalları arasında. yıllardır yapmadığım bu eylemi neden yıllardır yapmadığımı fark ettim o anda. "biz karmaşığız" hanım aşağılamasına devam ediyordu televizyonu kapattığımda.

bir anlığına kendimi o sunucunun yerine koymak istedim. karşımda yeni albüm çıkartmış bir köşe yazarı var, ve kendisi bolca pohpohlanmış her halinden belli. gelen sorulardaki "aileniz de tabi müzikle içli dışlı" altyapılı cümleler, beğenmedik sesinizi ama aileniz sağlam, bir şey diyemiyoruz tonunu veriyordu adeta. yüze bu kadar yakışan bir gülümsemeye sahip sunucumuz çaresiz dinliyordu söylenenleri. tipinden anlaşılacağı üzere geçmişi muazzamdı, kültürel birikim akıyordu her yanından. ama karşısında sürekli kadınların karmaşıklığından bahseden kadın vardı.

10 dakika sonra tekrar açtığımda televizyonu, bu sefer de erkeklerin ne kadar anlayışsız olduğundan bahsediliyordu aynı programda. o kadar öküzdük ki bir çiçek almayı bile düşünemiyorduk. üstelik kadınlar o kadar basitlerdi ki, en ufak hediyeyle bile mutlu olabilirlerdi.

birden ahmet abi geri geldi gözlerimin önüne, evine gelmişti. elinde çiçeklerle bir süpriz yapacaktı belli ki. çiçekleri verdi sevdiceğine ve o anda sevdiceğinin yüzü buruştu. "adı ne?" tipinde dolaylı bir söze girmedi bile karmaşık hanım, "biri mi var" dedi sadece. ahmet abi ne diyeceğini bilemedi. bir süpriz amacıyla geldiği evinde suçlanıyordu sadece yıllardır çiçek almaması akabinde çiçek aldığı için. bütün gece, izledikleri dizinin her cümlesinde suçlandı ahmet abi, gece de salonda yattı.

karmaşık hanım devam ediyordu hala. ama artık neyden bahsettiklerini anlayamıyordum. hanım sunucumuz "hiç öpüşmedim değil tabi ki" gibi bir cümle kurdu. çok rahat olduğunu göstermeye çalışıp, bir yandan da tutucu olduğunu göstermeye çalışırken birden gerici göründüğünü hisseden hatunun kıvırması gibisi yoktur. bu olayı "bakire de değilim" demeciyle bir sabah programını hareketlendiren ablamızdan da anlayabilirsiniz.

temelinde kendilerini bu kadar tanımak istediğimizi nereden çıkardıklarını anlayamadığım tonlarca insan vardı televizyonda, ve ben bilgisayara bakarken, diğer yandan televizyonu dinliyordum. telefonum titredi, sms titremesiydi bu. "msn'de niye yoksun, yine neredesin" yazıyordu tam olarak. hemen açtım msn messengerı, "selam" dedim. "galiba işin vardı, rahatsız ettim" dedi ve çevrimdışı oldu. dayanılmaz karmaşıklık buydu sanırım, biz ise basit olandık. yemeğimi ver, oyunuma karışma, güzelce seviş, mutlu oluruz her türlü. basit olmak mutluluk be cano, keşke herkes bunu öylece kabul etse filan..

29 Haziran 2009 Pazartesi

boy uzaması için tavsiyeler

biliyorum ki orada, bir yerlerde, boyu uzasın diye zaman harcamaya hazır bir ton insan var. ve yine biliyorum o insanlar doğru şartlarda değillerse uzayamayacaklar. o kadar üzücü ki bu, o yüzden birazcık yardım etmeye karar verdim. tabi kendi çapımda, kendi tecrübelerimle. idare etmek lazım biraz.

- öncelikle dua edin. çok önemli bir basamak bu. 2,12lik boyumu buna borçluyum diyebilirim sanki. başladığımda 2,01 filandım, gerisi geldi zaten hep.

- basketbol oynayın. ama blok yemeyin. şimdi zıplarken uzuyorsunuz ya, blok yiyince de ters etki yapıyor.

- süt için, peynir yiyin. ama bilin ki bir işe yaradığı yok bunun. sadece yıllar sonra konuyla ilgili örnek gösterilirseniz söyleyecek sözünüz olsun. yoksa kızabiliyor teyzeler.

- babanızı uzun seçin: genler önemli. sonuçta süt falan içiyorsunuz ama o ancak varolan potansiyelinizi ortaya çıkarabilir, genler dandikse, bi' sikim olmaz.

19 Haziran 2009 Cuma

bilgisayar vs. baba

şampiyonlar ligi çeyrek finalinde zorlu bir eşleşme. bir yanda yıllarını saç dökmeye, emekli ikramiyesini bir an önce almaya harcamış baba, diğer yanda ise ona göre daha yeni denilebilecek ve kişisel kaygılar taşımayan bilgisayar.

öncelikle tanışma evresindeyiz. profaz evresindeki babanın, tüm işlemleri monitörün yaptığını sanması klasik bir olaydır. deneyimizin birinci gününde bu konu üzerinde duruciz.

Gün1-: işte geliyor, heyecanla baktı ekrana ve fareye. o ne elindeki sorusuna aldığı fare yanıtı, kendisini oldukça güldürdü. ilginç gelişmeler yaşanmaya başladı bile. kasanın kapama düğmesine basıp, kaçan küçük kuzene bağırınca da parladı birden. ne olacakmış o düğmeye bassa. ulan şurada deney yapıyoruz, adam neler diyor yææ. neyse işte giremedim bir türlü konuya, hangi oyunlar var bunda dedi. pes, cod filan diyince de, eeeh diyip gitti. yaşam formuna yaklaşmam engelleniyor sürekli.

Gün-2: bugün daha hayata dair şeyler yapmaya çalışıcam, bakalım ne sonuçlar ortaya çıkacak. ilk olarak fareyi nasıl kullanacağını gösterdim, hemen alıp kafasına göre tıklamaya başladı. sanırım geliştirilebilir bir tür, en azından kendi kendine ufak gelişmeler kaydedebiliyor. hemen ufak kuzene verdi fareyi, ve onu da piç etmeyi başardı hemen. gün yine düğmeye basıp kaçan kuzene küfür ederken bitti.

Gün-3: internete geçme vakti olduğunu düşünüyorum, bakalım o ne düşünüyor. "film var mı bunda" dedi. buradan kültürel aktivitelere yatkın olduğu çıkarımını yaptım. akabinde böyle vurdulu kırdılı demesi üzerine soğudum. şerefsizim deneyden soğuttu beni. aha da geldi kuzen yine, mnskym bir daha basarsa düğmeye dövücem. sanki bunlar beni deniyorlar ya, bakalım sabrım nereye kadar gidecek..

Gün-4: oyunlar diye bir klasör gördüm masaüstünde. ulan ben yokken kim açıyor bu bilgisayarı, olaylar kontrolümden çıkmaya başladı iyice. baktım içine, okey-tavla tipinde alt türe ait oyunlar vardı. hemen geldi arkamdan, çık biraz oyun atayım dedi. bu kadar içselleştirmesi ilginçti, 4 günde müthiş bir gelişme sağlamıştım resmen. baktım yüzden düşmeye başladı okeyde. "bari renkli yapsaydın" dedim anlamsızca. "ya git içeri televizyon izle" dedi, gittim.

Gün-5: deneyi bitirmem gerektiğini hissediyorum, resmen feysbuk'tan hesap almış, 300 arkadaş yapmış bile. davranış bilimlerini incelemekten benim bile 15 arkadaşım var lan sadece. şu deneğe gösterdiğim ilginin 8/2 si ile fındık bile alamıyorum, o derece boktan durum. en temizi bi' laptop almak.

ufak bir muhabbet sonrası, "gel netten bakalım laptoplara" dedi. arama motorlarına ve teknolojiye bu denli vâkıf olduğunu bilmiyorum, aslında öğrenmesem de olurdu ama çaresiz bakalım dedim, baktık.

oyun oynamazmışım ben, o yüzden 1200$+KDV ye uygun bir şeyler olurmuş. tamam dedim, sipariş verdik. kendine de ps3 aldı o arada. galiba o da bana girdi. hoş olmayan gelişmeler bunlar.

Gün-7: ps3 geldi, laptop yok ortada. çaresiz aldım barcelona'yı, zira adam çelsi ile çakıyor habire. sonunda 4-0 yaptım skoru ve küfür ede ede gitti odasına.

Gün-16: "gel çakayım bi' sana" dedi, aldım kolu elime, sonra da verdim eline. kardeşim her gün yeniyorum, hala akıllanmadı. bir de üstüne sinirleniyor. soramıyorum da laptopa ne olduğunu. yeter lan, ufak kuzen de yok ortalıkta. lan yoksa??

10 Haziran 2009 Çarşamba

alternatif dizi senaryoları #3

akıyor resmen olaylar, bir dizi ile daha karşınızdayız izleyiciler, takipçi anlamında yani..

###kobra takibi###

biliyoruz bu diziyi demeyin, beni hasta etmeyin. o başkaydı, remake yapıyorum burada.

konu şöyle temelde, hasan aktif bir cinsel yaşama sahiptir ve olaylar gelişir. yani adamın kobrasını izliyor olucaz resmen. terbiyesizlik bence. hani gizem filan da yok, bildiğin her şey ortada olacak. ama komik olur bence, gülünür gibi geldi bana. yani sabah öyle gelmişti ama şimdi yazınca kötü gibi oldu. neyse biraz fikir teatrisi yapalım da, elbet düzelir bu senaryo. %12 pay veririm senaryoyu düzeltene ama ana hatlara dokunmak yok.

alternatif dizi senaryoları #2

hazır gazlıyken bünye yazmak lazım diye düşündüm, karalamak lazım gelir.

###Buglı ev ya da Buglı evin esrarı###

genç çift yeni evlenmiştir ya da evlenmeyi planlıyorlardır. mühim değil bu, amaç az sevişsinler de gençler de mutlu olsun filan, yoksa konuyu zerre etkilemeyecek bu olay. ha ileride iyi teklifler gelir de, dizi uzasın denirse hemen "işte zina yapan çiftin sonu" olsun diye evli değiller olabilir, orası değişken, bakarız duruma göre. olmadı flashback yapıp zamanında beşik kertmesiymiş bunlar diye laf da çıkartırım. senaryo elimde lan resmen, oyna kafaya göre.

neyse işte eve geliyor çift, çok beğeniyorlar. çıkarken mahallenin delisi(aslında en doğruyu sen söylüyorsun be abi olan) o ev perili filan diyor, halbuki olaydan haberi yok herifin. ev buglı, spoiler veriyorum ha, ona göre.

bunlar ilk gece yatıyorlar işte, kapı kapanmıyor. aha da sana bug. tabi coderı da tanımadıkları için hata bildirimi yapamıyor gençler. derken ışığı açınca sular akmamaya başlıyor ve işler daha ilgi çekici hale geliyor. tabi şimdi size ev buglı dedim diye anladınız konuyu, yoksa bir sezon mal gibi izleyecektiniz, sonra haaaa dedirtecektim hepinize. hadi yine iyisiniz, çakallar..

alternatif dizi senaryoları #1

takılayım dedim böyle biraz, diziler zira pek coşkun şu aralar. elini sallasan lost izleyen, heroes sikerten adamlar kanırtıyor etrafa. atarlanan bireylere oluyor tabi arada, değerlerimiznedenkorunmuyorcular olarak avrupa yakası filan izliyor keratalar. neyse konu o değil, öyle takılmalık işte. giriş olsun istedimdi öyle.


###löst###

bu dizinin tek sezon olmasını planlıyorum. zira olayları o kadar kurgulayabildim. ha iyi para önerilirse belki artırırım bölümleri. para lazım çünkü, mühim bir konu.

Jâk isimli davudî sesli ana karakterimiz var başlangıçta. havalimanında bol bol flashback yapmayı planlıyorum, eleman tuvalete giderken filan. çişini tutamıyormuş bu aslında, ardında da kesin sır vardır ha, söylemedi demeyin. işte bu tuvalete gidiyor, o sırada vuruluyor kapı ısrarla ama çıkmıyor adam. sonraki sahnede bakıyoruz ki bir başka karaktermiş kapıyı zorlayan, çok fena sıkışmış ama bu Jâk yüzünden altına ediyor ve sevgilisi terk ediyor bunu filan. hep gizem yani buralar, dikkat etmek lazım.

uçağa dönersek durum şöyle. tam uçak istanbul civarındayken düşüyor, hem de burgazada'ya. ha diyebilirsiniz iki adım mesafe ama öyle değil işte. saat geç olmuş ve vapur da yok. kahramanlarımızı sabaha kadar ne gibi süprizler bekliyor acaba. genel olarak konu bu olsun istedim. aslında vapur gelene kadar kara zabıta bunları kovalayabilir, adanın koruyucusu olaraktan filan. ya da belediye başkanlığı seçiminden iki rakip bunları kullanıp, oy toplamaya çalışabilir. gelişmeye müsait bir senaryo olduğunu düşünüyorum.

final bölümünde ise Jâk vapura akbille binmeye çalışırken birden boş olduğunu belirten zoooort sesini duyar ve tuvalette uyanır gibi olabilir. adam beton dökmüş resmen..

4 Haziran 2009 Perşembe

stres derken

- sorun nedir?
+ şimdi semihcim, her insanın hayatında stresli zamanları olabilir. bunları biraz unutmak hayata geri dönmeni sağlar.
- anlıyorum.

streliyim demek ha, iyi ama nasıl ki? yani böyle bir şeye kadir bile inanmaz diyecek noktadayım artık. çaresiz eve geldim.

- neymiş yavrum sorun?
+ çok stresliymişim, o yüzden yapıyormuşum yani.
- sen mi? ay güleyim bari, doktorlar uydurur hep öyle şeyleri.
+ tabi canım, ehe.

nasıl ya, nasıl stresli olabilirim ki ben, o kadar cool insanım ki anlatamam.

flashback olayları

-- 8 aylıkken(doğum öncesi)

vay be, resmen bir ayım kaldı ha önümde. negzel çıkıcam, mis gibi hava filan. ama ya beğenmezlerse. yatmaktan serdik göbeği de, spora mı başlasam acaba. lan nasıl spor olacaksa artık burada da. şu dalgayla ip atlasam mı acaba?

derken hafif erken doğum..

-- 1 yaş bunalımı

her yanım mıncıklandı ya yine, vericem mnskym bu kiloları. yaşanmaz şerefsizim bu halde. ileride kızlar filan da güler ha kesin.

-- 5 yaş bunalımı

ne sikim yer la burası, kadın sabah akşam konuşuyor. biz de dinliyoruz öylece. sonra birinin annesi geliyor ve pasta&börek veriyor. anaokulu böyleyse lisede yaşadık şerefsizim. aha benimki de geldi, o kadar diyorum gelme diye ama illa gelicek. gören de bebek sanar ha, okuldan yalnız dönemiyorum sanki, te allaam.

-- 8 yaş bunalımı

ulan yine değişti okul, ama buradaki hatunlar daha iyiymiş. aha şuna takılayım.
(haftalar sonra, evde)

- oğlum bir kızla çok yakınmışsınız okulda.
+ ne alakası var yææ?
- hadi hadi

bu yaşta çekilmez çilem varmış arkadaş. saçlarım dökülmeye başladı resmen. bu kızı da kaçırırsam kesin evde kalıcam ha.

-- 11 yaş bunalımı

amk yine değişti okul. yüzümde tüyler de çıkıyor ufaktan. ulan kesin beğenmeyecekler ha bu sefer. saçlar da iyice gitti zaten. bu yaşta da olmaz ki ama ya. en iyisi evleneyim, kendi evime çıkarsam sanırım kimse karışamaz bana. sakal da bırakırım, zaten haftaya filan çıkar baya.

-- 14 yaş bunalımı

lgs ne lan? biri bunu açıklamalı bana. öylece gidiyorum dershaneye, sorular filan da olay ne arkadaşım. biri de gelip demiyor ki bu sorular şu işinize yarayacak. hani kastım gerçek hayatta ne işe yaracağı filan da değil. aga sınav filan mı var yakında.

çok şükür bi' hoca gelip açıkladı, sınav varmış yıl sonunda. ulan ben de bir şey var diye çalışıyordum. sınavsa sorun değil, çıkıp gezeyim biraz.

-- 16 yaş bunalımı

yine değişti okul ha resmen, baya alıştım galiba artık bu işe. yalnız artık hatunlar garipleşmeye başladı. eskiden ufak tefekti bunlar, artık iyice küçücükler. len, arada büyümüşüm ben ama saçlar gitmiş. şerefsizim evde kaldım bu sefer. veriyorlar stresi küçükten, sonra uğraş dur ha. bak yine geldi işte, sırf kan bağım var diye iyi davranayım bari.

- ee alıştın mı bakalım?
+ ne olsun işte, takılıyoruz.
- kızlarla aran nasıl, kuş ötüyor mu?

sdfknhdf, anam olaya gel. yaş 16, hala kuş filan. gagalatıcam bir gün, o olacak yani. rahat bırakın azıcık yau, hayatımı filan yaşayayım.

-- 18 yaş bunalımı

öss gelirken ardından tepelerin, yatma saatim geçmiş amk teletabilerin. yine pc başında geçen gece ha, güzel hayat böyle. allahtan öğrenmişim yıl sonunda sınav olduğunu ha, yoksa yine tavşan gibi çalışacaktım bir ton. negzel yatıyorum habre. bak yine geldi işte, soruyor her zamanki gibi sınavı. yıl sonu işte, bekleyin az. açıklanınca sonuçlar konuşuruz. şimdiden kafa yormanın anlamı ne ki acaba?

-- genel bunalım

tüm kafa bu işte. atlaya, atlaya tabi. her günü tek tek anlatmanın da manası yok. kafada bunlar gezerken, tepeden gelen "ders çalış, erken yat" komutları ile kafa uyuşmaması sonucunda ortaya çıkan açıklıklar. tüm bu açıklıkların da kafaya denk gelmesi ve sonucundaki kellik. üstüne yıllarca bünyede baş ağrısına sebep olan diş gıcırdatma laneti. ama yok ya, benim ne stresim olabilir ki sonuçta, ekmek elden, su gölden. tek işim ders çalışmak şurada. ha bir de en sevmediğim özelliğim dürüstlüğüm fsdknhjdsh

29 Nisan 2009 Çarşamba

şey bak

yine geldi işte, öylece selam verdip, oturdu yerine. herkes o sırada kısa süre sonra gereceğimiz sınavı konuşuyordu. ona karşı nasıl bu kadar normal davranabildiklerini hiç anlayamadım, anlayabileceğimi de hiç zannetmedim. sonuçta ben kendisini kalbimin tek moderatörü yapmak istiyorum, onun ise olaydan haberi yoktu. klasik bir platonik aşıkım, o beni hiç sevmiyor olayı değildi bu. arkadaşa aşık olmak ya da aşık olduğunu sanmak, her hareketinden minimum 18 anlam çıkararak hayata daha iyi bağlanmak, yaşamaya devam etmekti. anlayamadığım ise bana bu kadar anlam veren hareketlere, nasıl olup kimsenin tepki vermediğiydi.

oturduktan sonra bir şey içip içmeyeceğimi sordu bana, gülümsedim. cevap bekliyordu sanırım zira suratıma bakıyordu. dalmıştım öylece, bakıyorum dolu dolu ama bunun dışarıdan görüntüsü aynı oranda boş oluyordu sanırım. ayağa kalktım refleks olarak ve kahve dedim birden, gittik, aldık. gittik, aldık derken yürüdüğümüz yol 10 metre dahi değildi, zira kantin denen yer bir odadan ibaretti sadece.

kahveleri o ısmarlamıştı.(bağa su verdi) sonra arkadaşların yan masasına oturduk ve öylece muhabbete başladık. ayşe'yi sordu, iyi dedim. normalde bir kişinin sorması 2 dblik bir etki yaparken, onun sorması tüm metabolizmamı yerinden oynatmıştı. içten içe erime sıcaklığım düşerken sonradan fark ettiğim üzere çok soğuk görünüyordum dışarıdan.

olayın bir savunma mekanizması olduğunu ise çok sonraları fark ettim.(psikoloji ders kitabı) o günden beri, yanındayken heyecanlandığım her bireye, heyecan oranında uzak durma eğilimi oluştuğunu, tamamen reklefsler yaşadığımı fark etmiş oldum bu sayede.

(hikayeden önce verilen ufak bilgiler felan)

üniversitede kızlar teklif ediyormuş desturuyla başlayınca her şeye, bakış açısı gerçekten değişiyor insanın. artık sadece arkadaşların değil, etraftaki herkesin konuştuğu, düşündüğü her şeyi anlıyordum adeta. paranoyak denen tip böyle bir şeydi sanırım. bahçede kızıl saçlarıyla etrafındaki 3 erkeğe bir şeyler anlatan bir hatun vardı. herkes büyülenmiş gibi ona bakıyordu, bense o hatuna. o anın gazıyla yanına gidip "meraba" dedim. insan hayatında böyle anlar vardır işte, filmlerde görülen şeyleri dener ve sonrasında "sadece filmlerle olur böyle şeyler" der. allahtan ikinci sözü söylemeden terslendim ve kuyruğumu kıstırarak ders kaydına gittim. hocalar sıralandı karşıma, ben de camdan dışarı bakıyordum, hatunun da yukarı.

aslında çok güzel gidiyordu her şey ama bağlayamayınca böyle hikayenin sonunu kötü oluyor işte. keşke hakikaten fakültede böyle bir hatun olsaydı, ben de onun yüzünden dayak filan yeseydim. en azından güzel hikaye olurdu gibi. ne monoton hayatmış be arkadaş, kayıttan sonra çıktım yurda gittim, döner filan yedim.

6 Nisan 2009 Pazartesi

hayata çerçevelerin ardından bakmak

gözlüklerim olsaydı vallaha bu isimle kitap çıkarırdım. sırf gözlüğüm yok diye kitap çıkaramıyorum mnskym. gerçi var ama dinlendirici, o sayılmıyormuş.

23 Şubat 2009 Pazartesi

paranoid android

tanıyordum onu, hem de yıllardır. geldi işte yine, oturdu yanıma. boş masa bekliyorduk ikimizde öylece. takıldığımız internet kafe zamanla işleri ilerletmiş ve o dönem için lüks sayılan projektörü koymuştu girişe. iki koltuk ile de olayı farklı bir boyuta taşımıştı. koltuklarda yatıp, dev ekrandaki linkin park klibini izliyorduk. bir ara üst kata çıktım ve kimler var diye baktım. aşağıda arkadaşım çalışan kızla konuşuyordu. tekrar aşağı indim ve oturdum. "bu kız bana yazıyor" dedi. "noldu ki lan" diye kibarca sordum. "aga az önce bi' klip istedim, aynı gruptan 3. klibi açıyor şimdi" dedi. "bir şey" demedim. böyle yazınca tabi demiş gibi oldum ama valla demedim. yani en azından dışımdan demedim. yoksa içten içe o hatuna karşı hislerim vardı. ufak tefekti sonuçta, her gün görüşüyorduk, sürekli gülümsüyordu bana karşı ve para üstünü hep tam veriyordu. tamam bu sonuncusu saçmaydı ama o yaşlarda insan seviyor böyle şeyleri. tabi verdiğim özellikler aynı zamanda manav ahmet abimde de olunca ben olaydan bi' kıllanmaya başladım bu olaydan 2 ay önce. o gün de artık arkadaşım kendisine yazıldığını iddia ettiğine göre benim şansım yoktu bu olayda artık.

çünkü arkadaşlar arasında bir hatuna ilk kim laf söylediyse, artık diğerlerinin olaya katılma şansı yoktur. sonuçta biz de barney&ted değildik ki, bir yere kadardı her şey.

aradan zaman geçti, kafede oturuyorduk arkadaşla. okuldan kankam(dişi) onun yanındaydı. geyik çeviriyorduk, hatun koluna girdi onun. gerçekten komik bir mizansen oldu, hepimiz güldük ki total toplamda 6 kız, 3 erkekten oluşan kalabalık sayılabilecek bir gruptuk ve bu kadar kişinin gülmesi olayın komik olduğunu kanıtlardı, en azından benim için. ki olay sonrası aldığım bakış da bunu destekliyordu.

herkes dağıldıktan sonra onunla beraber kaldık yine. "geçen gün 2 bira içtik yææ" diye başlamıştı anlatmaya. artık biliyorum ki o yaşlarda bira içmek çok büyük bir şey sanılıyor. bir de "o yıllarda güzeldi tabi.." diye başlayan sözler gittikçe sikko hale gelmeye başlıyor ama yine de kendimi alamıyorum bu sözü kullanmaktan. neyse,işte 1 saat kadar sonra arkadaş dedi ki, "aga hamdi bana yazıyor". vay mnskym erkekler de mi yazıyor demeyin. şimdi orada bir hatun ismi kullanıp kendimi riske atmak istemedim. sallama isim böyle olsun, iyice kaybolsun istedim yani.

dedim emin misin, bak hamdi yapmaz öyle şey. yok olm görmedin mi koluma girdi o kadar dedi. dedim breh, tabi içimden. şimdi tırnak işareti kullanmayınca anlaşılmadı tabi kim ne dedi, ama emini anladınız işte. öyle sikko bir diyalog yaşadık. flashback oldum birden.(zor oldu gerçekten, ilk kez oluyordum çünkü)

(flashback)

basketbol sahasındaydık, o meşhur saha işte. şutu attım, potadan sekti top ve onun yanında dışarı çıktı. bir hatunun yanına kadar gitti ve biz de normal olarak "atsana lan şu topu" diye kibarca istedik topu. sağolsun attı ve top da tam olarak bilinen arkadaşa geldi. o kadar anlattım işte yazı boyunca, o. aldı topu ve bize bir bakış attı. sonra yanıma gelip "ben bunu sikerim" dedi. sfnhdkf, hayatımız boyunca yapmayacağımızı düşündüğümüz bir eylemin böyle aleni kullanılması garip gelmişti. hey be tosunuma diyerek topu kaptım elinden, attım, sayı! (burası niye konuya dahil, iyi şut atıyorum lan işte, belli etmek istedim)

(/flashback)

"olm ya, internet kafedeki hatun noldu?" diye bir ağız yokladım. ya boşver yææ gibisinden salladı. önceki bir kaç muhabbeti sordum, siklemedi. ben de eve gittim, kahve falan içtim. sonra düşündüm de, işte oydu yıllardır kendimi durdumama sebep olan kişi. herkesin kendisinden hoşlandığını sanan arkadaşımdı ve onun yüzünden ben de kimsenin benden hoşlanmadığını düşünür hale gelmiştim resmen. kesin kelimeler çıkmadığı sürece ağızdan, görmezden gelmeyi ilke edindim artık kendime. teşekkür ediyorum buradan kendisine, küfürlerimi de tırnak içine aldım, bilahare ileticem bir ara artık..

martının simite aşkı

"12:20 vapuru kalkmak üzeredir"

kapının yanındaki görevli her zamanki gibi sert bakıyordu. bu bakıştı zaten beni koşmaya teşvik eden. tabi karşı kıtada beni bekleyen dilber de olabilirdi.(dilber dedim resmen, sırada ne var acaba, zaar?) kapıyı kaparım ha tipinde bakışlarıyla hala beni süzen adama bakmadım bile geçerken, sadece yürüyüp oturdum vapurun dış kısmına.

klâsikti aslında her şey. ellerinde simit martı vurmaya çalışan gençler. cidden amaçları buydu, yani beslemek gibi bir eğilimleri olmadığı açıktı. gençlerden birisi elindeki parça simiti dik bir açıyla havaya attı. simit de yer çekiminin etkisiyle aşağıya indi ve suya düştü. mundar etti pezevenk güzelim simiti. midem kazınıyordu ve genç yaptığı şeyi tekrarlamayı sürdürdü. bir kaç denemeden sonra baktım ki elindeydi martı. resmen yakalamıştı martıyı, ve seviyordu şimdi onu. ama harekete etmesine izin bile vermiyordu. belli ki acı çekiyordu martı ama yine de seviliyor olmak buydu galiba, her şeye rağmen duruyordu öylece.

sen geldin aklıma bu anda. tıpkı o martının yerinde olduğumu fark ettim o anda. ilk başlarda güzel gelmişti her şey. kelimelerini dik bir açıyla atıyordun bana doğru, eğer yakalamazsam onları aynen düşüyordu hepsi suya, yüzün asılıyordu. ama biliyordun buna kanacağımı. ısrarlar sürdürdün eylemini ve kapıldım rüzgarına. yakaladın çıplak ellerinle. hareket edemiyordum artık ama bundan keyif de alıyordum. seninleydim, daha ne olabilirdi ki? ama öyle değildi işte. her martı gibi benim de hareket etme eğilimim vardı.(martı oldum ya, daha da gam yemem) ve sen uçmamı engelliyordun.

tam bu sırada martı gencin elini gagaladı ve genç acıyla elini tutarken uçup gitti. ayrılık fikri burada geldi aklıma ilk kez. uygulamaya geçmem ise 20 dakikamı aldı. yani aşağı yukarı. yoksa saat tutmadım beybi bu iş için. o kadar da alçalamazdım sonuçta, sadece tahmini bir fikir söylüyorum. hani vapura binişim, ortalama inişim falan gibi. neyse konu bu bile değilken niye bu kadar kafayı takıyorum buna bilmiyorum. belki de sonunda rahatça hareket etmenin verdiği özgürlük bu, farklı şeylere uçmak istiyorum ama aklımın bir köşesinde hep o simit oluyor. tekrar atsan, tekrar kanacağımdan o kadar eminim ki, sırf bu yüzden vapurlara yaklaşmıyorum artık.

o gün söyleyemedim tabi ki sana bunu. bir martıdan ilham almak, hele böyle bir konuda pek mantıklı gelmiyor tabi insana. sonuçta sen o sahneyi görsen muhtemelen martıya acıyacaktın. çünkü sana farklı gelen oydu o anda. zaten çoğu kez tutmuştun o martıyı ve biliyordun nasıl hissettirdiğini. bana ise gencin yüz ifadesi seni hatırlatmıştı. benim durumuma acığıdını bile görebiliyordum ama aldığın keyif izin vermiyordu beni bırakmana. arkadaşlarına anlatıyordun hatta "burnu biraz sürtsün.." diye, üstüne bir de kahkaha atarak. ben de canlıydım, sen bana martı diyordun. attığın simitleri sırf kanayım diye taşıdığını bile o an anladım. yani vapura diğer binişimde. o genç yine oradaydı ve yine martı yakaladı. o an düşündüm, 1 liraya döner hakikaten tavuk etinden olmuyormuş...

15 Şubat 2009 Pazar

milli zevk partisi manifestosu

çiğli'de bedenler titriyordu. bu aşk yuvasında, onlarca kişi her hafta düzenli olarak gerçekleştirilen bu gizli buluşmanın sonunun geldiğini biliyordu. terli bedenler tekrara yan yana geldi ve aralarından biri(daha sonra 3 yıl boyunca başkan yardımcısı olmuştur) "neden hep böyle gizli gizli buluşuyoruz" diye sordu. halkın baskılarından yakındı bir çoğu. olaya burada el attım ve sınıfsız, baskısız, hedonist bir yapı kurulmasını gerektiğini onlara sölyedim. genç bireyler gaza gelmeye hazırlarmış sanırım, zira hemen kağıt-kalem kapıp geldiler. çaresiz başladım tüm manifestoyu yazmaya.

zevki manifesto

türkiye'de bir hayalet dolaşıyor, zevk hayaleti. hem hükümet, hem de muhalefet partileri bu hayaletin peşinde bir sürgün avı yapıyorlar.

sokakta sevişiyor diye çığlık çığlığa "terbiyesizler" diye saldırılmayan kimse var mı? fütürist pornolara, tıpkı klasiklere olduğu gibi saldırmayan mahalleli var mı?

bu gerçeklikten iki şey çıkıyor.

zevk artık tüm türkiye tarafından kabul edilmiştir.

hedonistlerin hayata bakış tarzları, amaçlarını ve eğilimlerini tüm dünya önünde açıkça ortaya koymaları ve zevk hayaleti masalının karşısına bir parti manifestosuyla bizzat çıkmalarının tam zamanıdır.

ı - abazanlar ve seksoterler

bugüne kadarki tüm toplum tarihi, cinsiyet mücadelelerinin tarihidir.

abazan ile sevişen, yıllar boyu bir savaşın iki tarafını oluşturmuştur. sevişenler sürekli abazanları ezerken, bu çarpışma çoğu medeniyetin yok olmasına sebep olmuştur.

giderek toplumun tümü birbirine düşman iki safa, birbirine doğrudan karşıt iki büyük sınıfa ayrılıyor: abazanlar ve seksoterler.

seksoter dediğimiz sürekli sevişen bireyler zamanla abazan adı verilen, kendi zevklerine kendi emekleri ile ulaşan bireyleri sürekli ezmekteler.

seksoterlik kurumu antik yunan'a kadar uzanmaktadır. platon ile başlayan oğlancılık eğilimi, seks metasını ulaşılması kolay bir noktaya çalışmıştır. bu açıdan ilk eşitlikçi yapılanmayı platon'a ait olarak değerlendirebiliriz. nitekim bu sayede, tarihin en büyük haz imparatorluğu antik yunanistan'da kurulmuştur. zevk dünyasında yaşayan bu bireyler, zamanla dünyadan koptukları içindir ki, gelen saldırılara boğun eğmek zorunda kalmışlardır.

ama burada farklı bir bilgi verme isteğindeyiz. diyoruz ki, tek bir devlette zevkizm düşünülemez. ancak dünya üzerinde devlet unsurunun kaybolması bu eşitlikçi yapının yayılmasını sağlayabilir. aksi takdirde eşitlikçi yapıya sahip bu ülkeler, kısa zaman içinde yıkılmak zorunda kalacaktır.

silikonun keşfi, vücutların önemsenmediği, ancak bireyler arası müthiş duygusal bağa dayalı ilişkleri sona erdirmeye başlamıştır. artık göğüsleri daha iri olan bireyler, abazanları kendilerine hedef seçerek, bir ikilik yaratmaya başlamıştır. iktidarlar özgürlük adı altına ülkenin böylesine bir ikiliğe düşmesine izin vermektedir.

büyük göğüsler dünya pazarının kuzeye doğru kaymasına sebep olmuştur. saç boyalarının kalite olarak artması ise, tüm dünyanın eşitlikçi bir pazara doğru ilerlemesine sebep olmuştur. böylece yükselen serbest piyasacılık, bazı -nispeten- çirkin sayılabilecek bireylerin ezilmesine ve emeklerinin boşa harcanmasına sebep olmuştur.

içerik(vücut) açısından değilse de, zihinsel açıdan akılları serbest piyasanın güzelliklerine kayan abazan güruh da, bu yüzden ezilmelerine çanak tutar hale gelmişlerdir. gün gelir de, bana da düşer anlayışının sebep olduğu bu durumda, ezilen yine abazan bireyler olmuştur.

amacımız, bu iki sınıf arasındaki uçurumu, mümkün olduğunca azaltıp, eşitlikçi bir seks hayatına doğru yelken açmalarını sağlamaktır. tabi bu sebepten dolayı da tek bir türe bağımlı kalmak istemeyen yerli halklar, farklı türlerle birleşme sağlayabilmek için yurtdışına çıkma ihtiyacı hissetmişlerdir. böylece oluşan seks turizmi, zamanla için hazdan, salt fiziksel boşalmaya dönüşmesine sebep olmuştur. isteğimiz devletsiz dünyada, tüm türlerin, ayrımcılık yapılmadan, istenildiği gibi birleşmelerinin önündeki yolu açmaktır. bu sebeptendir ki, bu manifesto 12 farklı dile(artı beden dili) yayımlanmıştır.

12 Şubat 2009 Perşembe

okuma alışkanlığı ve yaşlılara saygı üzerine notlar

çok düşündüm şu bir insana sadece dünyada üzerinde benden daha fazla bulundu diye saygı duyma olayını. çünkü benim bir dersten kalmam geri zekalı olmama sebep olabilirken, o 60 seneyi mal mal geçirse bile saygı hak ediyordu. nereden geliyor bu değirmenin suyu dedim ve başladım araştırmaya.

sanırım iletişimin başladığı ilk dönemlerde(ki ilk defa yerleşik hayat filan olayları var) tecrübe sahibi insanların tecrübelerini genç nesillere aktarabilmesinin herhangibir yolu yoktu. eldeki tek şans, yaşlı bireylerin bu tecrübeleri daha genç olanlara oturup, anlatmasıydı. tabi dönemin şartları bunu mecbur kılıyordu. zira tecrübesiz gezinirken mamut filan yiyebilirdi, aç hayvanlar çünkü kendileri, insan bile yedikleri oluyor zaman zaman.

yazının bulunması bence çok yaraladı yaşlıları. kendilerinin bir önemi kalmamaya başlamıştı çünkü bu sayede. gençler onların yaşadıklarını okuyarak da gayet fikir sahibi olabilirlerdi. din burada ortaya çıktı.(siktir) yaşlılar kurdu bunu, sırf bir şeylere gavur icadı diyebilmek için. ilk düşmanları da yazı oldu. hemen saldırdılar. kendilerini korumak için bir başka şeyi yok etmekten çekinmediler. yaşlılar sonuçta, pis şeyler.

matbaa ortaya çıkınca ilk karşı çıkanlar yine onlar oldu. matbaanın reforma sebep olması boşuna mı sanarsınız, bre mel'unlar?

zamanla kitaplar yaygınlaşmaya başladı ve insanların okuma-yazma alışkanlıkları oluştu. günümüze geldiğimizde ise insanların artık neredeyse tamamı okumayı ve yazmayı biliyor, bu durumda da artık gençlerin bir şeyler öğrenmek için yaşlılara ihtiyacı kalmıyor. tabi yüzyıllarca hep el üstünde tutulan, sırf biyolojik olarak eski olduklarında dolayı sevilen o buruşuk şeyler bir anda çöküntüye uğradı. kaldıramadılar bunu tabi. zaten kalpleri zayıf, yazık lan. zamanla yeni nesli küçümseme evresine geçildi. her nerede bir genç görseler, hemen başladılar "bizim zamanımızda yarak vardı." e tamam hocu vardı da, bana mı vardı? sana varmış, kullanmışsın işte. şimdi ben daha iyisine sahipken, sende eskisi var diye ne yapabilirim? zaten kitap da var elimde, aha oradan öğreniyorum her şeyleri, gerek kalmadı sana.

tıpkı yüzyıllarca pohpohlanan erkeğin bir anda hatunla eşit olduğu kabul etmemesi gibi, yaşlılar da kabul edemedi bunu, hala da edemiyorlar. yoksa ben şahsen 65 yaşındaki bir adamın, durup durup "şimdiki gençler pek saygısız" demesini anlayamıyorum. mnskym şimdiki yaşlılar da bir bok anlatmıyor ama ben gelip yüzüne vuruyor muyum bunu? hiç yakışmadı bak, yaşından utan bari..

istenen sorudan başlamak

"istediğinizin sorudan başlayın" dedi hoca, önümde iki soru varken pek anlam ifade etmiyordu tüm bu söylenenler. üstelik bu iki soru iki dönem boyunca öğrenilen tüm konuları da içerince, olayın anlamsızlığı gitgide artıyordu.

sınavdan pek umudum kalmamıştı. hocayı bir hayat koçu olarak düşünmeye başladım, zaman geçsin diye sadece. sanki o haliyle istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz diyordu. hayata bakıyordum bir yandan. önce eğitimi mi çözsem, yoksa askere mi gitsem bilemedim. en iyisi bi' iş bulayım diye gezmeye başladım. nereye gitsem diploma soruyorlardı. e hani istediğim sorudan başlayabiliyordum ama, nereye gitti o özgürlük. ııh dedi adam suratıma. bildiğim 40 yaşındaki, bıyıklı, kel adam yüzüme bakarak ııh diyordu. ulan bu yaşa gelmişsin, hayır filan de bari, ne bileyim, bari maalesef de. hatta maaselef de, ben de güler gibi yapayım, üstüne sen beni böyle sempatik filan bul, işe al. ama nerde, ııh diyor anca, ne pismiş be arkadaş.

askere gideyim bari dedim, zira daha 20 dakika olmuştu sınav başlayalı. dediler 20 yaş doldurmamışsın. hocu dedim, büyük gösteriyorum ben. ne alaka dedi, bilemedim. çaresiz çıktım, gittim okula, kayıt filan. sike sike aynı düzene geri döndüm. baktım ki hayatta olmuyor istenilenden başlamak, o zaten istediğinden başlatmış bile.

baktım ikinci soru kolay gibi, başladım yazmaya..

1 Şubat 2009 Pazar

asfalt zeminde rovasataya kalkmak

gençtik tabi, kanımız kaynıyor böyle. her mahallede mutlaka bulunan büyük kapılı garajın önünde toplanmışız yine. 5-6 erkek çocuğun bir araya geldiğinde yaptığı iki şeyden biridir zaten futbol oynamak, biz de öyle yapalım dedik. top sahibi olduğu için statüsü yüksek olan çocuğun gelmesi 20 dakika sürdü. artık her şey hazırdı, asfalt zemin futbola müsaitti. herkes birbirini kontrol etti ve aldım-verdim akabinde maç başladı. çok şükür ki kapıya hücum eden taraftık. çünkü bilirsiniz ki taş vasıtasıyla yapılan kalelerde hep bir direküstü psikozu ortaya çıkar ve genellikle maç orada sona erer. böyle bir münakaşaya girmeyeceğim için bizatihi mutlu idim. forvet oynamanın da verdiği gazla orta yuvarlağın rakip yarı sahaya bakan diliminde topla buluşuyordum. tabi bu iş böyle gizli buluşmalarla yürümezdi. sonunda rakip ceza yayına kadar yayıldım.(ali sami yen zaten ortam) tam o sırada sağ açık oynayan orçun topu aldı ve beni gördü. defansın arasında kendimi kaybettirmiştim ve o da bunu fark etti sanırım. fark etmeseydi diye düşünüyor şimdi insan ama gençken güzeldi yine de. sağ iç yan bağlarını gererekten bir orta yaptı. yıllarca televizyonda gördüğüm o pozisyonlardan biriydi. aklıma kalın bacakları ile rivaldo geldi, ne yapılacağını biliyordum. hemen arkamı döndüm ve topa denk getirebilmek için ayağımı havaya kaldırdım. halk arasında rövaşata diye de biliniyordu bu hareket ama henüz mahallede bunu deneyen olmamıştı. sanırım o günün malı da ben olacaktım. adrenalin seviyesi artınca(bu kelimeyi o zamanlar bilmiyordum tabi, annem mallık demişti) bir gazla zıpladım ve topa vurdum.

gözlerimi açtığımda ise kafamda kocaman bir ağrı vardı. sonrasında yandaki cama bakınca ise bu kocaman ağrının sebebinin de aynı büyüklükteki bir şişlik olduğunu fark ettim maalesef. normalde yarılması gereken o kafa, gayet şişmişti. solero adı verilan algida tipi dondurma geldi hemen aklıma, aynı büyüklükteydi sanırım. çaresiz evin yolunu tutarken gol oldu mu onu bile soramadım ama zaten önemli de değildi. annem kafamın şiş olmayan tarafına vurunca kendime gelmiştim zaten. o günden sonra bir daha rövaşata deneyene bakamadım bile, maazallah düşse filan, dinimiz amin...

24 Ocak 2009 Cumartesi

almanca sınavı diyalog yazma denemeleri

hani olur ya bir dil öğrenirsiniz yeni yeni, sonra bırakırsınız. bir süre sonra ders olarak karşınıza çıkar bu şey. sonrası ise malum. pek sallamazsınız bu dersi, ve finale girersiniz öylece. işte böyle bir şeydi almanca ve finali tabi ki. ilk iki sorunun diyalog yazma üzerine olması ise garipti.

1-) berlin'desiniz ve oteli aradınız, yer ayırtmalısınız.

- merhaba
+ merhaba
- almancam pek iyi değil ve rezervasyon yaptırmam gerekiyor. acaba ingilizce servisinizi bağlayabilir misiniz?
+ tabi ki.

ilk aklıma gelen buydu ama hocanın bu konuda aynı fikirde olmama ihtimali aklımı çeldi. mecburen yazdım tabi istediği türde, yani becermeye çalıştım ufaktan.

2-) berlin'de kafeye gittiniz, bir şeyler yemek istiyorsunuz, garson ile diyalog kurun.

şahsen tanımadığım insanlarla pek kolay diyalog kuramadığım için ilk aklıma gelen şey;

- hoş geldiniz, ne alırsınız?
+ şey, ben arkadaşımı bekliyorum.

idi. tabi bunun da hocanın istediği şey olmadığından emindim ve yazamadım. ama içimde kaldı işte bunların hepsi. buradan paylaşmak istedim. belki sınavda gülen birini görünce bana hak verirsiniz, eğlenebiliyor insan bazen finalde bir şey bilmez halde olsa dahi.

17 Ocak 2009 Cumartesi

ak sakallı dedenin ukde vermesi

oluyor böyle şeyler, hani rüyalar alemi falan güzel yerler hep.

uykuya dalarken bilmiyordum tabi ki böylesine bir mucizeye tanık olacağımı. sanırım cenabet olmamamında etkisiyle, ak sakallı dede yaklaştı bana gönül rahatlığı ile. içim içime sığmıyordu ve terledim. daha doğrusu terlediğimi zannettim, gerçeği sabah fark ettim ama konumuz bu değil şu an. dedem geldi iyice yakına, gözleri çakmak çakmaktı. sana bir çakmak lazım diyemedim, nitekim zaten her yanı çakmak çakmak olan bu dedeye karşı pek hoş olmazdı. gelişine çakabilirdi bana. zaten bu kadar uzun süre çakmak hakkında düşününce çakmak mantıksız bir kelimeye dönüşmüştü adeta. birden "çakmak nedir?" deyiverdim. tanrım olamazdı böyle bir şey, resmen sayısal loto sonuçlarını almak için beklerken, gereksiz bir soruyla zaman harcıyordum.

başını öne eğdi, mağrurdu. "sikmek olm işte, anlaşılmasın diye öyle deniyor" dedi ve el parmaklarını hafiften kırarak tüm elini ileri-geri oynattı. anında tiksindim kendisinden ama çaktırmadım. sonuçta kendisi hem geleceğe hem de geçmişe hakimdi, sayesinde çok zengin olabilirdim. "sayısal lotoda ne olur bu hafta?" diye açıkça niyetimi belirttim. öylece durdu, gözleri yine çakmak çakmaktı. başkası doldursun dedi.

"vay amk" diye içimden geçirdim. yani aslında amına koyim diye geçirdim ama oraya yazmak zor gelmişti. şimdi yazdığımı düşünürsek değişikmiş. yine de düşündüm ama bunu, en azından bu doğru. ben o gözler mağrurlaşınca bir ağırlık, böyle bir büyüklük, ermişlik var bu adamda diye düşünürken bildiğin yazar gibi çıktı adam.

kalktım yataktan, "laiklik?" diye soru sorar gibi bir vurgu yaptım. yine mağrurlaştı. "sikerim mağrurluğunu lan" diye coştum, tırstı. "halkın kendi kendini yönetmesidir" dedi, iyice tiksindim. "o demokrasi bir kere" dedim, "laiklik din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması" diye de ekledim, öylece kaldı. artık güç bendeydi. he-man edasıyla uyandım. her şey bitti sanarken tekrar uykuya daldım ve 1 yeni mesaj uyarısıyla irkildim. konu olarak "ukdeniz dolduruldu" yazıyordu...

4 Ocak 2009 Pazar

red alert 3

red alert'in şimdiye kadarki o karanlık havasını bir yana atıp, war craft'a doğru adım atmış bir oyun kendisi.

hikaye şöyle başlıyor. rus kardeşlerimiz çok gizli bir proje ile zaman makinası üretirler ve geçmişe gidip einstein'i yok ederek, ally ekibini yok etmeyi planlamaktadırlar. bu amaçla yapılan yolculukta yanlışlıka albert kardeşimiz zamanda kaybolur. yolculuğu yapan ekip geri döndüklerinde ise bambaşka bir dünya onları beklemektedir. tam ortama ayak uydurmaya çalışırken bir ekranda rus komutanlardan biri belirir (sanırım en iri göğüslüsü bu) ve saldırı altında olduklarını bildirir. akabinde general;

- nükleer silahları hazırlayın, der.
+ anlayamadım efendim, diye şaşırır hatun.
- elimizde ne varsa onu yolla işte, diye kıvırır eleman.

arkadaşlar arasında güldük biz bu diyaloğa, hoş bir çalışma olmuş cidden.

tutorial bölümünde görebildiğim kadarıyla tanya'nın ekürisi olarak natasha peydah olmuş rus ekibine. hatunumuz elinde bir dragunov ile geziniyor ve tanklara karşı hava saldırısı da çağırabiliyor. bir çok rus alet-edevatı yok olurken, halen tesla trooper ve kirov airshipleri görebiliyoruz, bu oldukça güzel bir şey.

rus ekibinden devam edersek, kendileri o soğuk tanklardan kurtulup, gayet canlı araçlara kavuşmuşlar. misal elektronik bir ayıları bile mevcut, hatta tanklarının bile ayakları var.

genel olarak çılgın bir oyun olmuş denebilir sanırım.(en azından gördüğüm kadarıyla) ancak eski red alertlere göre çok renkli olmuş ve her aracın özel bir yeteneğinin olması da war craftlığa kaymış gibi geldi bana. ha kötü olmamış tabi ama havası değişmiş sadece. tıpkı grand theft auto ikiden üçe geçerken hayvani bir yenilik yapmıştı, o tarzda denebilir. artık bu eski red alert değil ama bambaşka bir şey gerçekten.
 
eXTReMe Tracker