26 Aralık 2007 Çarşamba

sevgi vs.

evden çıkmışım, güzel bir gün. izmir'in havasını hep sevmişimdir zaten. en sevdiğim tişörtüm üzerimde, ne terletiyor hava, ne de üşütüyor. telefonla konuşan bir adam geçiyor yanımdan, "..ni seviy.." dediğini duyuyorum. vay be telefonla söyleyip geçiştirenler de var ha demek geliyor içimden, vazgeçiyorum. meydandayım. ykm önünde klasik buluşma beklentisi içerisindeki çiftler. bir kızımızın yanına geliyor görünüşe göre sevgilisi olan bir tip. sevgi sözcükleri duyuyorum yanlarından geçerken. küçümser gözlerle bakıyorum ve vay be ayağa düşmüş demek bunlar demek istiyorum, vazgeçiyorum. devam ederken soldaki bankta bir kadın, bir paket açıyor. ardından aşkııım diye bir ses duyuyorum derinlerden. vay be aşk için bir şeyler vermek gerekiyor artık diyecek gibi oluyorum, vazgeçiyorum. ve işte orada, benimki, yanına gidiyorum.

- naber ?
+ iyi işte, sen ?
- iyi ya n'olsun ? ee ne yapalım ?
+ yürüyelim hadi alsancak'a.
- peki.

yan yana yürüyoruz iki arkadaş. evet tam olarak olmak istediğim yerdeyim ama sıfatım pek istediğim seviyede değil. havadan sudan konuşurken, yürüdüğüm yol çıkmıyor aklımdan. evet yol boyunca herkes karşısındakine duygularını söylerken rastlamıştım ama hep küçük görmüştüm. ne de olsa en büyük aşk benimkiydi. e o zaman niye saklıyordum diye düşünürken belli belirsiz mırıldanıyorum; "sni sviorm". sms gibi konuşunca tabi anlaşılmak pek kolay olmuyor. efendim? diyor, seslice tekrar ediyorum. seni seviyorum. galiba biraz fazla sesli oldu, herkes bana bakıyor. etrafıma bakınca gülümsemeleri görüyorum. tekrar ona dönünce birden sarılıyor bana. bir çok sevgi sözcüğü söylüyor ve bu sırada yanımızdan bir çocuk geçiyor, küçümser gözlere bize bakan, gözden kayboluyor zamanla...

24 Aralık 2007 Pazartesi

yeni bir şehir

otobüsten yeni inmiştik. servise gidene kadar ne kadar sıcak bir yer olduğunu düşündüm. evet otobüse binerken annem "yavrum, soğuktur oralar" diyerek kazak+mont giydirmişti ama burada sadece kazak bile insanı terletmeye yetiyordu. servisten indik ve eve doğru yol aldık. eve vardığımızda kamyon da gelmişti. hatta asansörü kuruyorlardı taşıma işi için. bu sırada evin önünde bir araba olması keyifleri kaçırdı. asansörden kayan bir eşya araca zarar verebilirdi. evet evin küçük çocuğu olarak bu aracın sahibini bulma görevi benimdi.

hemen bakkala koştum. aracın sahibinin yerini tespit edip, hemen zili çaldım. çok sıcak bir teyze açtı kapıyı. konuyu anlattım. tam bu sırada evden çok şirin bir köpek gelip dizime tırmandı. çok köpekşinas bir insan değildim ama köpeğin hemen ardından aynı odadan çıkan ve tam olarak izmir'in simgelerinden gibi duran hafif sarışın hatunu görünce bir anda kanım kaynadı ite. bir yandan onu seviyor, diğer yandan olayı çözmeye çalışıyordum. sanırım gözlerinde artı puan kazanmıştım. akabinde araba çekilmişti. taşıma işi bitince hemen ranzayı kurdum ve yatağa yattım. evet yeni şehrimde ilk günüm oldukça iyiydi kanımca. hem şehir tam istediğim gibi sıcaktı hem de şehirde gördüğüm ilk hatun ciddi manada güzeldi ve komşuyduk.

ara ara bakkal civarında tekrar tekrar görüyorum onu. ama sanki o kapıönü bakışmasını yapmamışız gibi gözlerini kaçırıyordu. it beni görünce havlasa da takmıyordu hiç beni. ta ki bir gün telefon acı acı çalana tek. halbuki hiç huyu değildir telefonun acı acı çalmak ama oluyordu. hemen açtım.

- çbık gl.
+ sesin gelmiyor.
-gl hdi.
+ duyamıyorum
- torbalar var. taşıyamıyorum.
+ peki, geliyorum.

evet arayan annemdi. evin önüne çağırıyordu torbalar için. o an durumumu hiç düşünmeden indim aşağı. tam torbaları aldığım anda karşımda o vardı. yüzüme baktı ilk defa ve hemen akabinde üstümdekilere. gülümseme sardı dört bir yanını ve uzaklaştı. olayı kavrayamadım aslında. hemen gözlerimi üstüme çevirdim ve olanlara anlam verdim. üstümde amele yanığı kollarımı ortaya çıkaran yırtık bir atlet, altımda çamaşır suyu lekeli bir eşofman ve onun da altında ayaklarımın yarısını boşta bırakan 40 numara bir terlik. aşağı inerken çıktığını tahmin ettiğim şipidi, şipidi sesi ise hiç saymıyordum. o günden sonra onu ne zaman görsem yüzünde bir gülümse oluştu ama artık ben bakamıyordum. hayat artık daha yaşanmaz bir yerdi...

12 Aralık 2007 Çarşamba

işte öyle bir şey

hep platonik aşkı en güzel sanardı m. sonuçta kimseye zararı yoktu. kendince yaşar, kendince sever, kendince didinirdin. arada görünce heyecanlanırdın. bir kez olsun gülsün diye, o gülyüzü görebilesin diye kıçını yırtardın dakikalarca. ama bu neyi gösterirdi ki. aşkta herkes kendinden sorumluydu sonuçta ama bu sorumluluk bir mecburiyet değildi asla. sadece olayı öznelleştiriyordu. ağzımı açarken de zaten bunun bilincindeydim. evet yıkılmayacaktım. sonuçta bu sadece benim hislerimdi, onda olması gibi bir zorunluluk yoktu ortada, ayrıca benim yıkımım kimseyi ilgilendirmeyecek, yine bir tek ben üzülecektim kendimce.

olmadı tabi ki...

bir şeyler söyledikten sonra gelen o "ama" her şeyi açıklamıştı aslında. gerisi sadece teferruattı. bir tek anlıyorum diyebildim sanırım, tam hatırlamıyorum. hatırlanması istenmeyen şeyler olunca beyin bu konuda oldukça iyi çalışırmış. en azından bu sefer gerçekten iyiydi. her ne kadar tamam dese de insan bir daha aynı şekilde yaklaşamayacağını bilmek acı veriyor.

neyse, hayat devam ediyor nasıl olsa, hayırlısı...

20 Kasım 2007 Salı

yurt & haftasonu

genellikle yemek yardımı adındaki fişlerden olmadığı için günlük para harcama hesabı yapılarak başlanır güne. mümkün olduğunca da geç yapılır uyanma işi. sonuçta her boka para harcanacak gündür bugün. ilk uyanıştan sonra bir süre ayna önünde zaman harcanıp yavaş adımlarla sosyal tesislere gidilir. sıra beklerken de uykunun en keyifli kısmı yaşanır. bünye artık sıralara alışkın olduğu için her boşluğu uykuyla doldurabilir. alınan ekmek, sarelle, bal etc. dan sonra tıkınma işlemi sırasında ortam kesilir. muhtelemen bir cumartesi sabahı yurtta kahvaltı eden hatunların sevgilileri yoktur. tabi bir elde tereyağ, diğer elde plastik çatal ile bir insan ne kadar çekici olabilir ki?

görmezden gelinir her şey. kahvaltı sonunda göz internet kafeye takılır. yoksa bütün gün yine burada mı öğütülecektir? bahçeye çıkıp kafa açmak en iyisi gibi gelir insana. bu anda bloklarından çıkan süslenmiş kimseler gözükür. evet haftasonu sevgilisiyle buluşmaya giden canlılar. bünyenin kafası fazla açıldığından odaya doğru ilerlemek ister. odada bir posta daha uyku çekilebilir. ardından da sahip olunan para seviyesine göre gezmeye mekan düşünülür. genellikle bu düşünme süresi mekanda gezerken harcanan zamandan çok daha azdır. sonunda aylık akbil sahibi ise bünyeler otobüs durağına gidip ilk gelen otobüse binmeye karar verir. aksi takdirde yurt içerisinde kaçınılmaz bir internet kafe hayatı bekliyordur bireyi. allah'tan sözlük vardır da biraz kafa dağıtır insan. birden hava kararır. sıranın oluşmasından anlaşılır yemeklerin güzellik derecesi. diğer yandan yurdun en yalnız akşamıdır cumartesileri. herkes eğlencedeyken kendinle aynı kaderi paylaşan insanları görmek biraz olsun moral verir. elde çay, kah bilardo oynayanlar, kah masa tenisinde debelenenler incelenir. bu gecenin sonunun odada muhabbet olduğu açıktır artık. odaya gidildiğinde herkes oradadır. "hadi beyler erken yatalım" lafı klasik olarak söylenir ve muhabbet başlar. takriben 2-3 saat kadar sonra ışık söndürülür, akabinde sızanlar ile birlikte gün sona erer. bir başka atatürk öğrenci yurdu sabahına gözler açılmak üzere kapanır.

2 Kasım 2007 Cuma

student

ingilizce'nin ilköğretim 4. sınıflarda öğretilmeye başlandığı yıllardandı. nedense hep böyle garip değişiklikler bizim nesile denk gelirdi, tıpkı yeni öss gibi. etrafta fazla ingilizce öğretmeni de olmadığı için derslere zamanında grammar translation method ile ingilizce öğrenen, anlayan ancak kendini anlatamayan random kişiler gelmekteydi. kitaplar da sağolsun sanki yıllardır ingilizce öğreniyormuşuz gibi en kazığındandı. gerçi kolay da olsa bilmedikten sonra neye yarardı ki?

aynı dönemde ülkemizi daha sonralarda kasıp kavuran internet kafe çılgınlığı başlamıştı. 250 bine ne olur diye gidiyorduk kafelere. ve chat ile tanıştık bu dönemde. herkes kendine bir nick arıyordu harıl harıl. tam da bu sıralarda okulda nick ismindeki bir çocuğun hikayesini okuyorduk. "nick is 15 years old, nick is a student.." hemen döndüm ahmet'e, "olm nick buldum kendime, student" dedim. sırıttı. o an ahmet'in hayatında ilk defa nick kelimesini duyduğunu anladım, en azından internetteki anlamıyla. bu sırıtmaya devam ederken tokat attım, sonra da saçını çektim. öğretmene şikayet etti, azar yedim ama nick bulmuştum kendime.

geçen 3-4 yıl içinde hiç değiştirmedim bu nicki. ne kadar malca bir noktadan çıkarsa çıksın, o benimdi. internetin de hayatımıza iyice girmesiyle internet kafede takılan gruplar oluşmuştu. benim de takıldığım bir kafe vardı ve bu kafede hiçkimse gerçek adımı bilmezdi. herkes beni student diye çağırırdı. gerçekten o yaştaki bir çocuk için hayal edilemesi bile güç şeylerden biri. tabi gençliğin heyecanıyla mirc tarzı program kodlama olayına dalmıştı bu bünye.* biraz zaman harcayarak student script bile yapmıştı hatta. bunu hemen takıldığı kafeye yükledi, hem de normalde kullanılan scriptin üstüne. ancak kodlama sırasında yapılan hatalar sebebiyle scriptin internete bağlanmasında sorun yaşanıyordu. ayrıca tüm masalara yüklendiği için bu şey hiçkimse bağlanamıyordu. ertesi gün kafeye gittiğimde "student kim amk, bi gelsin..." tarzı bağırışlar duydum. dükkanın çalışanı sessizce yanına çağırdı beni ve gerçek adımı sordu, sonra da olayı anlattı. herifin teki bağlanamanın etkisiyle oldukça sinirliydi ve beni arıyordu. allah'tan nickimi bilmeyen yegane insandı kendisi ve beni tanımadı. o günden sonra bu nicki bir daha hiç kullanmadım. belki artık o heriften korkum yoktu ama içime işlemişti bir kere.

13 Ekim 2007 Cumartesi

bir sabah

iş hayatının yorucu hareketliliği sebebiyle bu sabahı uyuklayarak geçirme isteğindeydim. uyanır uyanmaz tekrar uykuya dalarak olayın zevkini tam olarak yaşıyordum. tam bu anda kapının açıldığını duydum ancak önemsemedim. ta ki kolum dürtülene dek. "noluyo amk" diye dönerken mustafa'nın yüzündeki o anlamsız bakışı farkettim. "ne var lan keraneci?" diyerek olayın özünü kavramak istedim. ancak bu sözüm bakışın anlamsızlığını artırmıştı. bu noktada mustafa'nın ten renginin esmerliğinin de etkisiyle onun aslında zambiyalı olduğunu hatırladım. bu hatırlama sonucunda "what?" yani "ne var lan yarraam bu saatte?" dedim. anlamış olacak ki "kari istirem" dedi. bu işlerin böyle yürümediğini, kendi işini kendisi halletmesi gerektiğini uygun bir dille anlattım, anlamadı. "hay sokayım böyle yurda" diye söylene söylene oda arkadaşım hasan'ı buldum. "lan oğlum niye şu mustafa'ya öğretiyorsunuz garip garip şeyler, sonra gelip bana söylüyor, anlaşamıyoruz" dedim. ehe mehe diye gülerek uzaklaştı. bir masaya oturmuş çayımı yudumlarken mustafa geldi tekrar. yine what dedim. "what ne demek dedi?" aha dedim sıçtık. iyice geyik etkisine girmişti. normalde bir sivaslı, konyalı veya samsunlu olsa bu dedikleri oldukça anlamlı olabilirdi benim için. ancak zenci bir zambiyalı idi bunları söyleyen. oturttum karşıma, başladım konuşmaya. "bak olm ben pezevenk değilim, git kendin tanış hatunlarla. zaten zencisin, bir adım öndesin." dedim. "abaza" dedi. amk hasan dedim, gülüştük...

12 Ekim 2007 Cuma

memleket

tanışma durumlarında bolca sorulan sorunun merkezindeki kelimedir kendisi. "memleket nere?"

buna genellikle insanlar o anda ikamet ettikleri yeri söyleyerek cevap verirler. örnekle devam edelim. kendimden vereyim hatta örneği de, izmir cevabımız.

okulunun bulunduğu yerden cevap verenler de vardır elbet. mesela bana sorsalar istanbul derim rahatlıkla, kimse de gelip değilsin diyemez. kapı gibi (meşhur kapılı hani) okulum var yani. aylarca istanbul'dayım.

doğum yeri de kullanılan cevaplar arasında tabi ki. bursa yani benim için. en çok kullanılan cevaplardandır kendisi. ardından içinden mi sorusu gelebileceği için tehlikelidir aynı zamanda.

yaşamın bir kısmının geçirildiği yerleri kullananlar da vardır bu durumda. bu arkadaşlar önce karşı taraftan şehir duyunca bu seçeneği kullanırlar. illa hemşeri olunacak ya işte bu seçenek de kullanılır gerekirse. hele bir de memur çocuğu ise birey önüne gelen herkesle hemşeri olma ihtiamli vardır. olmadı gezmeye gittim falan diye meşhur bir caddesini sallar yine ilişkiyi kurar.

30 Eylül 2007 Pazar

İngilizce mi, ıyyy!

evet son 3-4 senedir hangi bölümdesin diyenlerden aldığım cevaptı. tabi önce benim "yabancı dil" demem gerekiyordu bu cevap için ama o bölümü geçiyorum. Bu noktadan anladım ki ülkede İngilizce'ye karşı büyük bir antipati mevcut. Ancak buna rağmen en iyi gelir getiren şeylerden de kendisi. Bu bir çelişki midir diye sorup işin içinden çıkmak mümkün özünde ama biraz düşününce kimsenin anlamadığı, hatta nefret ettiği şeylerin ülkede iyi para ettiğini anladım. Sonra bir şey yapmadım gerçi ama bunu anlamak da yetti bana.

Neyse bir de bu cevabın üstüne "ben de sevmiyorum zaten" diyince inanmayan türler mevcut bolca. Nedir yani, ülkede herkes mi istediği bölümlerde okuyor ? Bir tek ben miyim istemesem de bu bölümde bulunan ? Şahsen ben de İngilizce'den tiksinen bir bireyim ama dilin kendisinden değil öğretilme biçiminden. Hiçkimse papağan gibi tekrarlama metoduyla İngilizce öğrenemez bence. Tabi doğrusu ne peki diye düşünebilirsiniz, bunu ben de yeni öğreniyorum sanırım. En azından hocalarım bu kanaate sahip. Eğer sizde faydalanmak isterseniz saati 50 ytlden başlayabilir.(swh falan)

Tabi anladığımız üzere nefret edilen İngilizce ders olanı, dil olanı değil. E tabi herkes yabancı bir dilde yetenekli olmak zorunda değil, nasıl her insan süper fizik bilmiyorsa. Ama olayın farklı yanı fizik diğer bölümlerde zorunlu değilken İngilizce'nin her bölümde zorunlu olması. Belki eğitim sisteminin yanlışlığı denebilir ama bir dil her zaman bir bilimden daha değerlidir yani. En azından yan bir ürün olarak. Yani bir ingilizce profesörüne fizik gerekmezken, bir fizik profesörüne İngilizce gereklidir. Yine de bu olay eğitim sisteminin yanlış olmadığını göstermez ya neyse.

Diğer şahsen benim sevmeme sebebim bir de test tekniği ile sınanması. Nasıl olur ki bir dil kutucuk işaretleyerek test edilsin ? Yani bunun konuşması, dinlemesi, yazması yok mu ki sadece gramer soruları var önümüzde. Aynı şekilde Türkçe'nin ölçümü de aynısıdır. En kolayı bu olduğu için seçilmiştir muhtemelen ama bu şekilde yetiştirilen öğretmenden nasıl bir fayda bekleniyor acaba ? Bir de Türkçe sorularında sürekli yorum sorulması da bir gariptir. Sanki tüm ülkedeki öğrenciler aynı yorumu yapmak zorundadır. Amk belki benim bakış açım farklı, olamaz mı yani ? Bir tek matematiktir işte. Yolu biliyorsan sonuca koşarsan, yoksa öyle bakarsın soruya, sayılarla işlemler sallarsın, tutar ya da tutmaz o başka mesele ama yorum yapmak zorunda kalmazsın pek. Her ne kadar bu açıdan diğer bölümlere göre zor sayılsa da severiz ailecek matematiği. Zaten annem hep derdi "bu çocuğun kafası sayılara çalışıyor" diye. Ah kafam dinleseydim de şimdi mühendis falan olsaydım keşke. Neyse ben kaçayım ufaktan...

21 Eylül 2007 Cuma

lost ne lan

evet tam 1 ay öncesine kadarki durumumu rahatlıkla açıklayabilen söz. lose'nin ikinci hali dışında bir anlam verememe durumu. ta ki lost dvdlerini ele geçirinceye kadar. tam 15 dvd ilk bakışta biraz kasar gibi göründü tabi ki. ancak ilk gün ilki bitince pek zor olmayacağı anlaşıldı.

şimdilerde kimse "lost" desen 2-3 klasik cevap alman mümkün. kimileri "süfer dizhi yhaaaa" tipi açıklamalar ile sizi soğutabilir olaydan. bazıları ise dizi hakkında bilgi vererek, sağlamlığını anlatarak gaz verebilir. bir başkası ise "ya özenti, özenti izliyor millet" diyerek ilk tip cevabı kastediyor olabilir. şu sıralar kendimi iki numaralardan görüyorum. çünkü gerçekten senaryosu ve çekim kalitesi ile kendine hayran bırakan bir dizi. heyecanı düşürücü pek unsurları yok ve görmeniz gereken şeyi gözünüze sokmuyorlar. ya görüyorsun, ya da gördüğünü sanıyorsun. böylece dizinin gelecek bölümleri daha zevkli hale geliyor. tabi arasıra tahmin edilen şeyler doğru da çıkabiliyor. ancak hiç kimse çıkıp da senaryo çok basit abi, bunlar deney falan diyerek olayı çözdüğünü sanmak da pek normal sayılmaz.

demek istediğime gelince 2 sezonu 10 günü gibi bir süre içinde izledim rahatlıkla. oldukça akıcı, tavsiye ederim. tabi bir noktadan sonra amk adasında bir ben eksiğim gibi bir düşünceye kapılabilirsiniz. hakkaten bir ben eksiğim yani. bütün dünyayı kaçırmışlar, şerefsizler!

20 Eylül 2007 Perşembe

atari

ilk gördüğümde kara kutu gibi bir şeydi. kol ile oynanıyordu. bir uçak oyunu vardı. ah, bitirdi o yaştaki hayatımı. dışarı çıkmazdım. arkadaşlar da hep bize doluşurlardı, sadece izlemek için bile. içinde onlarca oyun varken hep bir-iki tanesi oynanırdı. bir gün kuzen gelmişti bize, elinde bir şey. ne o derken taktı kara atariye. anam bu bir araba yarışıydı, hemi de formula. deli oynandı gece boyu tabi ki.

günler böylece geçerken bir gün babam geldi eve elinde bir büyük kutu ile. üzerinde marip ve yoşi resimleri vardı. ananıskii bu resmen harbi atari denen şeydi. o zamanlar tam da mario'nun televizyonda meşhur olduğu zamanlardı. sırf bu atarinin kutusuyla bile tüm mahalledeki karizmayı tavan yapmak mümkündü. açtım mario'yu oynadım delice. hep bir yoşi çıkar umuduyla ama çıkmadı. televizyonun kandırmaca dünyasını anladım o an. sonra bir de baktım bu ataride futbol oyunu var hem de baya güzel. iki tane de kol var. dedi babam gel kapışalım. girdik ilk maçta 4 çektim. çıktı gitti. abim geldi, ona da bir 5 çektim. o da gitti. annem geldi, o oturmadı ama kapa şunu dedi, ben kapadım.

zamanla arkadaşlar doluştu eve. ulan resmen atari vardı evde. karizmamdan geçilmiyordu mahallede. herkes "atarisi olan çocuk" diyordu. maçlarda hep as takımdaydım. artık sütten değildim. bir süre sonra babam elinde kasetlerle geldi. ne bunlar demeye kalmadan atariye kaset takıldığını öğrendim. bu oyunlar bambaşkaydı. adamlar aşmıştı resmen. değişik bir futbol oyunu gelmişti yine, üstten görüntülü. babam geldi, kapıştık, yine 5 çektim, kapa şunu diye bağrındı gitti. ulan suç bende sanki, anlamıyorsan gelme kardeşim. abim geldi, ona da aynı tarife. yok canım ben bu aileden olamam diyorum artık.

o sıralar bir arkadaşa gittim. bir futbol oyunu var. aq o ne öyle? bilgisayar diye duyduğumuz şeyin oyunu gibi. oturduk onu da oynadık. bir kaç maç sonra arkadaşa çakmaya başladım, sinirlendi. giderken yürüttüm kasedi. evde deli gibi oynadım onu da.

derken geçti zaman bu oyunlarla. bir gün babam geldi, eli boş. şaşırmadım aslında ama sonra birden eli kablo ile doldu. atariyi sökmüştü. ders çalışacaksın artık dedi. o yaşta ders, şaşırdım tabi ama sike sike kalktım gittim dersin başına. o gün içime oturdu ilk defa atari. hep arkadaşlara gittim oyun oynamaya. hep oynadık.

aradan yıllar geçti, şimdi pc, ps2, gameboy vs. bir sürü şey var ama bir türlü o zevki alamıyorum. nerde üstten görüntülü futbol oyunu, nerde tank destroyer. ne zaman atari lafı açılsa, gözlerim doluyor. hele bir de ne kadar gereksiz bir sebeple bir sürü atarimin çöpe atıldığını düşündükçe delirecek gibi oluyorum. durun, atmayın, o daha bir çocuk...

17 Eylül 2007 Pazartesi

hayat hededir

hayat başarmaktır
hayat baş kaldırmaktır
hayat sevmektir
hayat bilmemnedir...

nedense herkeste böyle bir sınırlandırma isteği var. herkes demek istiyor "hayat x tir, o kadar" sanki bunu yapınca eline bir şey geçecek gibi. hadi dedik "hayat başarmaktır" sonra kimse inanmadı. bu bir mağlubiyet değil midir ? bu durumda kendi kendimizi yanlışlamış olmaz mıyız? acaba sırf hatunlara "derin adam" imajı verme çabası mıdır ? yani şahsen kendimi düşünüyorum da, böyle bir çıkarım yapsam, birine söylesem, hemen ardından toparlamak için 15 dakika dil dökerim. yani sırf bunun bana ait olduğunu düşünmesin diye. öyle...

13 Eylül 2007 Perşembe

msn aşkım

normal bir diğer kişi olarak girdin msn listeme. başlarda her şey o kadar normaldi ki. sadece "slm, nbr" eşliğinde konuşuyorduk. zamanla değişti her şey farkına bile varamadan. birden arkideşler bölümüne taşıdım adresini sebepsizce. artık laf atan bendim, seni beklemeden. öylesine yer etmiştin ki kimler online diye bakarken asıl baktığım sendin, tabi sen bunun farkında bile değildin. zamanla yerin iyice sağlamlaştı. artık senin için ayrı bir grup bile yapmıştım. tek istediğim orada 1/1 yazmasıydı, fazlası değil. sana titreşim yollamaya bile korkuyordum kulakların zarar görür diye. uğruna msnimi bile hackletebilirdim. sanırım aşktı bu. ama yine bir msn görüşmesinde bitti her şey. her şeyimken oldun hiç bir şeyim. bir anda yok oldu tek başına bulunduğun grup. bu yok oluş, ortaya çıkışından da ani olmuştu. üzüntümden yeni bir msn adresi alıp kendimi ekleyip sürekli titreşim yolluyordum. artık ben de kişisel iletisinden aşk acısı mesajları veren birisi olmuştum. o nefret ettiğim "aşkııııım, seni çoook sefiyorum" diyenlerden biri olmuştum. sen ise her zamanki gibi sadece online idin. bunu görmeye artık dayanamıyordum. elimden gelen tek şeyi yaptım, senden beni engellemeni istedim. çünkü bunu kendim yapamazdım. kabul ettin umarsızca. artık msn de offline idin tıpkı hayatımda olduğun gibi. oysa ben hep senin yerini özel görmüştüm. herkesten daha ayrı. sadece bir msn aşkıymışsın, bilemedim.

8 Eylül 2007 Cumartesi

aşk şarkısı

gripin - sensiz istanbul'a düşmanım

işte bunu dinliyordum. gözlerim bir an daldı. ondan sonra düşündüm, niye daldım ki diye. ne istanbul'da birini sevmiştim ve o şehirden ayrılmıştı, ne de ayrılan bendim ama yine de dalmıştım. aklıma birden "aşk şarkısı" denen şarkılardan biri çalmaya başlayınca gözlerini uzağa diken, duygusalım lan ben mesajı veren insanlar geldi. onlardı asıl sevenler ya, biz dalsak da sanki onlar gibi olmuyordu. o an anladım ki hakikaten de onlar gibi olmuyordu. onlar dalında millet "vay be, çocuk seviyor hakkaten" diyordu. ama ben dalınca "öküze bak, şarkıyı dinleyeceğine uzaklara bakıyor" deniyordu. ya da en azından ben öyle deneceğini düşünüp gülmeye başlıyordum. e tabi böyle bir durumda duygusallıkta pek inandırıcı olmuyordu. neyse, böyle oldu işte.

3 Eylül 2007 Pazartesi

hayat = futbol ?

hiçbir zaman olmamıştı yırtıcı bir forvet. sadece skor yapmak için uğraşan, arkadaşlarını da oynatmayı düşünmeyen birisi hiç değildi. oyunkurucu gibi davranmak istiyordu hep ama hayat nedense ona sağ bek görevi vermişti. savunmada açık vermemek uğruna hücum yapamıyordu. rakip de fazla atak yapmayınca kendi yarı sahasında tıkılı kalıyordu. kanatta etkili olmaya çalıştığı her denemede kendi kalesinde bir gol görmüştü. sonunda transfer olmak istedi ama kendine uygun bir takım hiç olmamıştı, açıkta kaldı. yalnız devam etti sonraki hayatına. hayatının ilk yarısı bitmeye doğru yaklaşırken skor 0-3 tü. belki yapacak bir şeyi yoktu, sadece skoru korumaktı amacı ama galibiyetti herkes gibi istediği. bir türlü istediği pozisyonları bulamadı. hep arkadaşlarına pasladığı pozisyonlar gol olurken, kendisi için hiçbir getirisi olmuyordu bu gollerin. hep 3 farkla mağluptu. jübilesini yaparken bile sağ bekten çıkamamıştı korkudan. gol atmadan sona eriyordu hayatı, mutlu olmaya çalıştı biraz, beceremedi...

1 Eylül 2007 Cumartesi

Pulcu

Hassasiyetler konusunda çok fazla betimlenmesi gerekmeyen bir karakterdir pulcu.Artılarıyla eksileriyle kendi içinde yaşayan birisi.Tıpkı hayatın orgazm sahnelerinden araklanan replikleri gibi şaşırtıcıdır bazen bazen ise sahneye çıktığında orgazm olamamaktan yakınır.Farklılıkları kabulenmek zorunluluğu içerisinde yaşamını sürdürür bazen kızar bazen sinirlenir ama içinde tutar genelde site yapısına uygun söylemlerdir sebebi.

En çok canını sıkan şey yalnızlıktır.Bunu anlatış biçimi abartılı bir şekildedir bazen sırf birileri gülsün mutlu olsun diye.bazende harbiden tak etmişcesine söverek çıkartır acısını bir güvercin mesajıyla.Uyum sorunu yaşamaz fakat eskinin vermiş olduğu bir çekingenlik yinede mevcuttur bünyesinde.hep kendini aşmak isteyen fakat sınırlarda tıkanan bir yapısı vardır.

arkadaşlığından söz etmek gereksizdir.gençliğin sıcakkanlılığı ve ağzı vardır onun yapısında.istemesede etkilenir insan ondan.

şimdi soruyorum size ey kız milleti bu betimlenin karakteri yalnız ve sizlerden şefkat beklemektedir.ondan mahrum etmeyin kendinizi.

çocuktuk oysaki

gözlüklü bir masal kahramanı gibi ikinci plandaydım hep hayatımın anlattığı masallarda. belki nefessiz kalışımın anahtarıydı bu masallar da anlatılanlar. soluk benizli derlerdi benim için. barış çubukları çadırlar ve atlar vardır hayalini kurduğum yerde ve bir de kartal tüyleri. ne kadar sahiciymişim oysaki çocukluğumda.

ben kendimi bildiğimden beri içimdeki o kötülüğü hep bulmak istedim oysaki. kimse buna neden göstermese de insanların kırılmalarını engelleyen bir yapısı olduğundan hep haberdardım. bu sebeple olsa gerek çocukluğumun kırılgan yapısından kurtulmak istedim. ağlayan o ufak çocuğu güçlendirmek ağlamamasını sağlamak için karar vermiştim o ufak aklımla. ama o çocuk ben değildim hiçbir zaman.

gökyüzü çekici gelmişti hep bana ergenliğimin aşklarını anlatmak istediğimde. iyi bir sırdaş olabileceği gelmişti aklıma ama bilmiyordum ki dilsiz sağırmış yıldızlar. birgün gökyüzüne beni dinlermişcesine bakarken bir kaç tane çocuk benim baktığım yıldızların onlara ait olduğunu söyleyince sustum anlatmadım sırlarımı bir daha asla. sonra anladım neden her yıldız kaydığında bir çocuk ölüyor dendiğini. ne varsa masumiyet namına içinde taşıdığı o yıldızla beraber son buluyordu. belki de yıldızlar iyi birer yoldaştılar ama asla ben öğrenemedim, sustular hep ben gelince.

oynadığımız oyunlar sahiciydi bize göre. çocukluğumunun oyunları çocukluğum kadar güzeldi. ve masumdular ne kadar büyüyünce altında piçlik arasakta. doktorculuk iyileştirmek içindi her zaman, evcilik örnekti gözümüzde anne olmanın baba olmanın örneği. peki sonra neler oldu.

yavaş yavaş içimize işleyen bir ihanet zinciri bağladı masumiyetimizi. o çocuk ağlamaz oldu nedense ama içi hala buruktu. daha fazla acı çekiyordu şimdi ama ağlamıyordu nedense. eskiden bir yerime taş gelse hüngür hüngür ağlayan bir çocuktum oysaki şimdi ise fiziksel acı veren hiç bir şey ağlatamıyordu beni. sonra anladım fiziğin her zaman geçerli olmadığını.

“çocuktun, ama büyüdün artık” dediler. ben demedim hep artık büyüdüğünü kabullenenler dedi bana. ben aslında hiç büyümek istemedim beni onlar büyüttüler.

31 Ağustos 2007 Cuma

insanlar deliler gibi sevişirken entry silmek

insanı hayatın derinliklerinde yolculuğa çıkaran olay. saat 2yi geçmiştir. muhtemelen çiftler sevişmektedir, belki de uyumuşlardır bile. ama yönetici kişisi ne yapar, entry siler. evet hayat burada gösterir ne kadar adi olduğunu.

saat 02:05 idi. kendince hatalı olduğunu düşündüğü bir yazar gördü. ancak entryleri bir garipti. hemen başka bir yöneticiyi aradı. nefes nefese açıldı telefon. dert anlatıldı, "hay aq tam zamanında" demesinden anlaşıldı ne yapmakta olduğu. özür dileyip kapatıldı telefon. ama hep yer etti içinde bu. neden böyleydi acaba ? niçin entry silen oyken, sevişen hep başkalarıydı ? kısa ve öz bir küfür edip yatmaya gitti. o günden sonra ne entry silebildi, ne de yazar uçurabildi. değiştiğini hissetti.

28 Ağustos 2007 Salı

umut

yaşamasını sağlayan yegane şeydi umut. çünkü ondan başka bir şeyi yoktu. hep gelecekte yapacağını umduğu şeylerle kendini mutlu kalıyordu. ancak şu sıralar hiçbir şeye sahip olmamasının sebebi de geçmişte, geleceğe dair umutlara sahip olmasıydı. işte o andı her şeyin farkına vardığı an. durdu ve silkindi. sadece umarak bir şeye ulaşılamadığı anladı belki de. ya da dışardan onu görenle böyle sandı sadece. mutfağa gitti. evet yeni bir başlangıç için güzel bir yerdi. bıçağı aldı, göğsüne sapladı. yaşamasını sağlayan yegane şeydi umut ve kaybettiği anda yaşamını da kaybetmiş oldu. öylece yığıldı yere. günlerce kimse uğramadı evine. 10 gün sonra kapısı kırıldı. içeri ilk giren komiser umut'tu ama biraz geç kalmıştı.

25 Ağustos 2007 Cumartesi

reset

bir birey düşünün ki hayatındaki tek şey basketbol olsun. okulda her teneffüs topu kaptığı gibi potaya gitsin. en iyi arkadaşı okulun bahçesindeki pota olsun. aa bu benim lan. evet basketbol ile yaşadım yıllarca. hep bir gün hayatımı onun sayesinde kazabilmenin umuduyla. 2005e kadar tabi. her güzel şeyin olduğunu öğrendiğim sene. can sıkıntısına şut atmaya gittiğim bir günde kırdım ayağımı. sadece iki hafta potalardan uzak tutabildi beni. bir ayağımı hiç kullanamazken bile şut atıyordum. kısa zamanda eskisinden daha iyi haldeydim. tabi ki bunu kanıtlamak lazımdı cümle aleme. girdik bir turnuvaya. açıkçası favori gösteriliyorduk. ilk maça çıktığımda o kadar rahattım ki. rakibin en uzun 10 cm kısaydı benden. iyi sıçrayabiliyordum. sanırım ezecektik. tribünler arkadaşlarımla doluydu. işte o an top geldi elime. sanırım bir şeyler göstermeliydim onlara. içeri yüklendim ve smacı vurdum. çok keyifliydi. tribünden güzel sesler geldi. tekrar top elimdeydi. ne yapmam gerektiğini biliyordum. tekrar vurdum smacı. hayatımın güzel anlarındandı bunlar. üçüncü kez top elimdeyken daha abartılı bir şey denemeye karar verdim. faul çizgisinin hemen önünden sıçradım. son bir hışımla uzandım potaya, topu geçirdim ama dengem bozuldu o anda. yere indiğim anda tarif edilemez bir acı vardı dizimde. ayağa kalkamamak hissi vardı ilk defa içimde. ama böyle bitemezdi. şampiyon olacaktık. hayır, bitemez böyle. yedek sandalyesindeyim, dizim havada. masaj yapılıyor, su dökülüyor. acıda hiçbir azalma yok ama. işte tam bu anda acı yok oldu. sorgulamadım nedenini. tek istediğim bu maçı alabilmekti. kalktım ayağa. ilk hedef havatopunu almaktı. aldım da. guarda geçti top, ondan forvete. içerde top bekliyordum ve top geldi. fake, rakip uçar. zıpladığım an, zaman donuyordu. bu acı ilkini katlardı. indiğim anda sadece bağırabildim. dehşetle bakan gözlerdi tek görebildiğim. ilk durak da hastane oldu tabi. ertesi gün de ortopedist. tam 3 ay, koca 3 ay. yataktan zor kalkarak geçti. günlerce maçı düşündüm. neden o şeyi denediğimi. gerçi cevabın ne önemi vardı ki bir daha zıplayamayacaksam. o yaz bitti her şey. tam anlamıyla bir resetti bu yaşadığım. hiç sallamadığım o öss idi artık tek kurtuluşum. pota yoktu artık hayatımda. bittiğimi sanarken yeni hayata açtım gözlerimi. artık öğretmen olacaktım. basketbolla hayatı geçirmek isteyen biri için fazla sakin bir işti. şimdilerde buna alışmaya çalışıyorum sanırım. umutluyum...

22 Ağustos 2007 Çarşamba

bakış açısı

hatunla buluşmaya gidiyordu. tek isteği ona açılmaktı. seviyordu sanki. gördüğü anda gözlerinin içi güldü. biraz sohbetten sonra duygularını söyleyebildi. ancak aldığı tepki pek de beklediği türden değildi. bu konuşmadan bir daha görüşmeyeceklerini anlamıştı. hışımla kalktı masadan. uzaklaşırken ufukta telefonuna sarıldı. başka bir hatunu aradı, buluştular. akabinde güzel anlar geçirdiler gece boyunca. ertesi sabah kalkınca kaçtı hemen o evden. telefonu çaldı. babasıydı arayan. onun işe yaramaz biri olduğunu söyledi ve yüzüne kapattı. yolda gördüğü bir hatunu kesti ve hatun rahatsız olup uzaklaştı. evine geldi, annesi ne kadar iyi bir çocuk olduğunu söyledi ona. sözlüğe girdi ve son oylarına baktı. güzel artılar vardı. bir de yeni mesaj. ne kadar güzel yazdığını söylüyordu bir başka yazar. durdu ve düşündü;

duygularını açtığı hatun onu; sadece arkadaş
seviştiği hatun onu; kendine aşık
babası onu; işe yaramazın teki
yolda kestiği hatun onu; gerizekalı
annesi onu; çok iyi
sözlükteki yazar onu; müthiş zeki

olarak görüyordu. aslına bakınca hepsinin aynı malzeme olduğunu anladı. peki neydi bu farkı yaratan. aklına geldi, bakış açısı.

üniversitede kızlar teklif ediyormuş

hangi hayvan herifin çıkardığı merak konusudur bu sözü. yani neresinden çıkarmış o da ayrı mesele. genellikle lise 2 dönemlerinde çıkar bu söylenti ki bu da hocaların bu işte bir parmağı olduğu düşüncesini akıla getiriyor. sırf çocuklar çalışsın, hatunlara asılmasın diye uydurulmuş bir şey olabilir yani. işte tam bu dönemde çocuklar gaza gelmeye başlar. hele bir de lisede popülerse biraz eleman, lpg tankını doldurur iyice. son sınıfa gelince aynı çocuklar, gaz oranı 2/3 oranında artar. e tabi bu gazla çalışmalar da artar. sonuçta genelde bu çocuklar kazanır üniversiteyi. tabi gittiği gibi kapıda kızların atlamasını bekler. tahmin edileceği gibi böyle bir şey olmaz. çocuk eğer bir süre böyle devam ederse de tüm kızlar kapılır, eleman da üzmez canını. üzmediğini sanar belki de. sonuçta koca seneyi tek başına geçirebilir.

14 Ağustos 2007 Salı

4 Ağustos 2007 Cumartesi

3 Ağustos 2007 Cuma

platonik aşkı ilan etmek - 2

uzun zamandır uzaktan bakışılıyordur. ilk zamanlar "lan gözü kaymıştır, hepimiz birilerine bakıyoruz sonuçta" duyguları içinde düşünülürken zamanla "acaba onda da bişeyler mi var" düşünceleri vücuda gelmiştir. hayat çok güzel gitmektedir. her gün onu görmek için aynı işler yapılır, aynı mekanlara, aynı saatlerde gidilir. tek istek bir görmektir. her görüş mutluluğu biraz daha artırmaktadır.
günler böylece geçer. bir gün arkadaş ekibiyle top oynarken gelir yanına platonikin. için hop hop eder oli. biz de oynayabilir miyiz derken içinden fışkırır evet cevabı. işte budur yani. sadece bir oynama isteğinden onlarca anlam çıkarılır ve en sonunda "o da hoşlanıyor a.q" sonucuyla mutluluğa yelken açılır. oyun boyunca hep onun yan tarafında olma isteği bulunur bünyede. her yanyana duruşta biraz daha mutlu olunur. her top gelişinde ona atılmak istenir ama zarar görür korkusu ile vazgeçilir.
artık tanışma olayı tamamlanmıştır. yolda görünce selam da verilir, kantinde karşılaşınca muhabbet de edilir. belki de artık beklenti vardır onda da. bir söz gerekiyordur sadece. ama olmaz işte. söyleyemez insan "hoşlanıyorum". sadece bakılır uzun uzun.
bir gün "bir şey mi söyleyeceksin?" der, "hoşlanıyorum senden" denir bir anda. düşünce ile konuşma balonları karışmıştır. her şey donar bu anda. cevap bekler konuma düşülür bu noktada. bir evettir tüm beklenen uzaklardan. tam ağzını açtığı sırada arkadaşı gelir, bir şeyler anlatır. "gitmem gerekiyor" der ve gülümser. bu gülümseme ısıtır içini. artık açmışsındır her şeyi. tek yapman gereken mutlu olmaktır.

aşkın matematiksel ifadesi

x'e değer vermektir. değer veren kişiyi de y olarak kabul edersek, aşka da z dersek, x+y=z formülünü elde ederiz. burada x büyüdükçe y küçülür. yani x'in aşkı arttıkça, x'e verilen değer azalır. y sevdikçe, x'in aşkı azalır. aşk böyle boktan bir şeydir yani.

iltifat edilince mal gibi kalan adam

çocukluğundan beri sürekli aşağılanmaya alışıktı. sınavdan 98 alsa, 100 almadığı için hakarete uğramıştı. ilçe birincisi, il beşincisi olunca, ilde geçemediği dört kişi için hakaretlerin buluşma noktası olmuştu tekrar. 5 gol atarak takımını galibiyete taşırken bile az pas atması sebebiyle hakarete uğramıştı. artık hakaret onun hayatının bir parçasıydı. bazı arkadaşları bu hakaretlerin kıskançlıktan olduğunu söylemişti ancak bunlar kendisi hakkında güzel yorumlar olduğu için önemsememişti.

yaşı ilerlemişti biraz olsun. ancak geçen yıllar hakaret alışkanlığına daha çok destek olmaya yaramıştı. kompozisyon sınavında ilk defa hocasının istediği gibi değil kendi istediği gibi yazdı. o sınava kadar sınıfın en düşük notlarına sahipti. ama bu sınavda 95 gelmişti. yazısının çirkinliğiydi belki de bunun tek sebebi. hoca kompozisyonunu sınıfta okumak istedi. istemiyordu bunu çocuk tabi ki. yıllarca alıştığı aşağılanma haline tersti. hoca dayanamadı, okudu. herkes hayranlıkla dinledi. yüzü kızarmaya başladı. yazı bittiğinde herkes alkışladı. kafasını bile kaldıramadı. hocası kendisini bu yazı için tebrik etti. bir de üstüne çok zeki ve yaratıcı olduğunu söyledi. arkadaşları da hocasını destekler nitelikte şeyler söylediler. ağzından hiç bir şey çıkmıyordu. nutku tutulmuştu tam anlamıyla. sustu sadece. hiç bir şey söyleyemedi. daha önce hakkında bu kadar güzel şeyler duymamıştı kesinlikle. ayağa kalktı, tek bir şey söyleyebildi. "o sizin güzelliğiniz"

2 Ağustos 2007 Perşembe

Lafmacun üzerine

an itibariyle günümün, uykuyla beraber en uzun zaman dilimini alan oluşumdur kendileri. günlük konuşmalarımı, attığım smsleri, msn konuşmalarımı bile etkilemiştir derinden. sürekli bir tanım yapma içgüdüsü ile gezme hali var bolca bünyemde. tabi bu noktaya nasıl geldim?

öss sonuçlarının açıklandığı günlerdi. kayıt için bekliyordum. her yeni üniversite öğrencisi gibi gece yatış saatimi geçe almıştım. artık 4-5 civarlarında yatıyordum. tabi bu noktada önemli bir meşgale eksikliği oluşuyordu. belki öğleden sonraki zamanlarda dışarıya çıkıp eğlenmek mümkündü ama gecenin bir yarısı dışarısı pek tekin sayılmazdı. bir de sürekli internet başında olma durumu mevcuttu. bir gece medya eteği nde gördüm onu. beyaz arkaplanı ile göz yordu ilk anda. sadece okudum. ancak geçen zaman beni üye olmaya mecbur etti. o sıralar tarih 11.09.2006 idi, saat ise 02.18. bir hışımla girdim ilk entrymi. ardından da her başlığa bir entry gerekliliğinden faydalanarak kısa kısa bir sürü şey yazdım. zamanla anladım kısa ve saçma 100 entrydense, adam gibi tek entry yeğdir. bunu anlarken chuck ile tanıştım. aynı üniversitede okuyorduk farklı bölümlerde de olsak. ardından doğum günüm geldi ve ilk defa nickaltım doldu. ilk zirveme katıldım bir ekim akşamı. insanları tanımak, sözlüğe bağlanmak konusunda oldukça güzel bir gündü. her ne kadar fazla eğlenmeden bir köşede nesnelkuram ile oturmuş olsam da ilk zirve olması açısından önemliydi. sonrasında yurt ve yurdun giriş saati sebebiyle bir süre giremedim sözlüğe. işte bu noktada ilk defa anladım bağlandığımı belki de. ardından ise her nasılsa tanınırlığım biraz artmış. eve geldikçe entry kastığımı hatırlarım yine bu aralar. hiç bir karşılık beklemeksizin nasıl yaptığımı halen kavramış durumda değilim. tabi arada da zirveler devam etmekteydi. bu arada pornosu çıkmış haberi yok. hakikaten reklam için iyi oluyormuş böyle şeyler, o an anladım. tarih şubat 2007 ye geldiğinde en çok entry giren yazar durumuna erişmişim. lakin neden bu kadar kasmışım, anlamış değilim. şehrini de değiştirmiş bu günlerde. artık bir izmir sakini olmuş ama lafmacun'dan halen kopmamış. ve 25 mart. lafmacun'un birinci yılını doldurduğu gün. yurtta yaşayan bir insan evladı olmamdan mütevellit olaylar bittiğinde haberim olsa da yılın yazarı seçilmişim. tebrikler falan yine coşmuş nickaltı. neyse devam etmişim yazmaya. zirve olayında da artık bokunu çıkarmaya erişmişim. izmir, istanbul, ankara, izmit... aa bir de yönetici oldum. unutuyordum. sonra gitti yetkiler, yine geldi. bu da böyle bir anımdır.

şimdi dönüp tüm bunlara bakınca sanki uzak bir anıymış gibi geliyor hep. oysa ki henüz bir yılı bile doldurmadım bu oluşumda. ilk üye olduğum andan beri sadece kendimi ifade etmek istedim. belki buydu beni sözlüğe bu kadar bağlayan. çünkü başka insanlar gibi sokakta, kafede, barda ilk defa gördüğü bir insanla gidip konuşabilen biri değildim. dış görünüş itibariyle de kimse gelip benimle konuşmuyordu. tek çıkış yoluydu belki de sözlük. beni görmeden, sadece okuyarak insanlarla tanışmamı sağlayacak bir yer. belki de işbu sebepten yazmaya çalıştığım bu oluşumda 10 ayı doldurdum. bir sürü insanla tanıştım. bir çoğu artık gerçekten arkadaşım. ve geçen bu 10 ayda kazandığım tek şey onlar. onun dışında 12000 entry, 5500 puan... fani şeyler. ama arkadaşlar, abiler* paha biçilemez.

teşekkürler lafmacun...

100 metrede hayat

heyecanlıydı ilk sesi duyduğunda. şimdi tek bir işaret bekliyordu yarışa başlamak için. ve silah patladı. refleks olarak çıktı bulunduğu gridden. 10 metre adımlarını mümkün olduğunca hızlı atmaya çalışıyordu. 100 metrede şampiyon olmak için hızlı adım şarttı. 20 metre. küçüklüğünden beri koşuşunu gören herkes çok hızlı olduğunu söylerdi ama kime göreydi bu hızlılık. işte bunu belirlemek için girmişti atletizme. 30 metre. daha küçücük bir çocukken her gün koşuyordu. kumda koşa koşa, alfaltta koşması kolaylaşmıştı. 40 metre. bu özelliğini kullanmak için bir klübe gitti ve seçmelerde rahatlıkla takıma giriş hakkını kazandı. 50 metre. her gün düzenli antrenman yaptı. hocasının sözünden hiç çıkmadı. beslenmesine çok dikkat etti. 60 metre. ilk madalyasını yerel bir koşuda kazandı. gümüş bir madalyaydı bu. hala yatağının kenarında durmaktaydı. 70 metre. daha sonra katıldığı hiç bir yarıştan madalyasız dönmemişti. ülkesinin tüm rekorlarını kırmıştı. 80 metre. en son afrika şampiyonu olduktan sonra tek hedefi olimpiyatlardı. o dünyanın en büyük spor organizasyonunda madalyaya uzanıp, herkese göre hızlı olduğunu göstermeliydi. 90 metre. 5 yıl boyunca durmaksızın çalıştı. antremanlarını bir gün olsun aksatmadı. her şey bu madalya içindi. elemelerde rahatça finale kaldı. ve şimdi son metrelerdeydi. 100 metre. çizgiyi ilk o geçti. tüm hayatını adadığı madalyaya uzanmıştı artık. yaşam amacını gerçekleştirmişti artık. sevinç ile yürürken birden yere düştü. kalbi bu heyecanı kaldıramamıştı. oracıkta hayatını kaybetti. hayatını adadığı madalya ile birlikte gömdüler onu. artık bir olimpiyat şehidiydi. her zaman kalplerde yerini koruyacak olanlardan. 100 metreye adadığı hayatını, bir 100 metre yarışında kaybetti.

1 Ağustos 2007 Çarşamba

çirkin kız yoktur, adı tuğçe olmayan kız vardır

bütün tuğçeler güzeldir sözünün güzelleştirmiş hali. zaten lafın içinde tuğçe geçince yeterince güzelleşiyor da denebilir. neyse konuya dönelim. tüm tuğçeler güzeldir. genelleme ötesi bir laf ama genelleme için kaç denek gerekir o da önemli bir konu. şahsen gördüğüm, arkadaşım olan(sevgili dahil) ve arkadaşlarımın arkadaşları olan yaklaşık 100lerce hatun üzerinde yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkan sonuç bu. bir hatun ile tanışınca adını tahmin bile edebilirsiniz bu araştırma sonuçlarına bakarak. evet başlıyoruz;

ilk olarak sanırım tuğçelerle başlamak lazım. güzellik sıralamamızın 2 numarası kendileri.(hayal kırıklığı oldu biraz) evet bu tuğçeler de genel gözlenen durum, bunlar hep güzeldir, değilse şirindir, o da değilse çekicidir. değil mi, seksidir. olmadıysa şeytan tüyü vardır yine sevdirir kendini. ufak tefek olanları daha çekici olabilse de uzun boyluları "at gibi" diye tabir edilen şekilde olurlar ki çekicilik katsayısı artabilir. e tabi iki numara bu ise insan merak ediyor 1 numarayı. evet geliyor;

pelin; araştırma sırasında %2 oranında hem tipsiz, hem çekici olmayan, hem itici, hem de böyle bir kazulet tuğçe'ye rastlanmıştır ancak hiç bu tipte bir pelin'e rastlanmamıştır. bunlar hep "taş gibi" çıkmışlardır. yani sanki tek fabrika üretimi gibi. ancak çoğunda görülen genel davranış burnun kalçalardan bile büyük olmasıdır. hep bir havalar vardır bunlarda. o açıdan pek tercih edilmezler. yine bu olay güzelliklerini etkilemez tabi ki.

gelelim 3 numaraya. bu noktada çok düşünüldü gerçekten ancak son 3-4 ay incelenen denekler sonunda merve uygun görüldü bu sıra için. ancak kendileri 87-88-89 doğumlu kızların %46sını oluşturduğu için tam bir genelleme söz konusu olamıyor. ancak yine de genel güzellik seviyesi olarak diğer çoğu isimden önde oldukları gözükmekte. genelinin boyu 170-175 civarında oluyor ki bu uzundur hatun için. konuşkanlıkları da artı bir özelliktir. neyse biz devam edelim.

4 numaraya gelince karşımıza hilal çıkıyor. bu isimde görülen genel özellik böyle bir havalar, bir havalar. yani görsen pelin sanarsın. ama kıçıkırık hilal işte. hayır pelin olsan tamam. neyse güzeldirler yine de, geçelim.

5 numara ise gülşah. nşa'da kendilerin 3 numarayı bile haketmektedir ancak araştırmanın sona yakalaştığı günlerde deneye giren gülşahlar tüm verileri alt üst etmişlerdir. yani bu kadar da kötü olunamaz, ıyk. oysa ki eski gülşahlar öyle mi pîrim?

evet şimdilik ilk 5i açıklaşmış bulunuyoruz. araştırmalarımız sürecektir. bir de haksızlık edilen eceler ve iremler vardır ki kendilerinden özür dilemek isteğindeyizdir. inşallah bir sonraki sıralamaya gireceklerdir.




deeepnot: tamamen götten uydurma bir yazıdır. bir anlık gazla yazılmıştır. alınma, gücenme olmasın. öptüm bye...

fifa 99

fifa serisinin efsane sayısıdır kendileri. oyundaki oyuncuların gerçeklerine en ufak bir benzerlikleri bulunmamasına rağmen bu oyun yıllardan beri oynanabilmektedir. nedenleri uzun zamandır gizli olan bu olayı araştırmak üzere yemedim, içmedim ve oyunu indirdim.
kurarken içimde bir şeyler olmaya başladı. adeta eski günlerime dönmüştüm. ilk defa internet kafeye girişim geldi aklıma. "abi izlemek serbets mi" diyişim. o günlerde sadece bir kaç oyun vardı bilgisayarda.* half-life, fifa 99, test drive, red alert... tabi bir de internet vardı ama o büyüklerin uğraşıydı. biz oyun oynardık sadece. ilk defa bu büyüklerin internet muhabbeti yaptığı kafede tanışmıştım bu oyunla. ilk golümü de yine burada atmıştım arsenal ile. tüm bunları düşünürken bir de baktım oyun kurulmuş. açtım oyunu büyük bir hevesle. o görüntü hiç çıkmamıştı aklımdan. dumanların arasından bir futbolcu çıkıyordu falan. bunu genelde izlemez, hemen tıklayıp geçerdik, yine öyle yaptım. ardından çıkacak olan push any button ibaresini önceden 10 dakika beklerdik çıksı diye. tabi gelişen teknoloji ile açılması 2 saniyeyi bile almadı. hemen dream leagueye girdim. seçtim yine arsenal i, kadro anılarımı canlandırdı. ilk defa internet kafede overmars ile kanat akını yapıp, bergkamp ile golü bulmuştum. yine yaptım aynısını. tabi bu sefer biraz mekanikleşme oluştuğu için hiç zorlanmadım bunu yaparken. ancak oynama konusunda pes yüzünden oluşan bazı sorunlar vardı. örneğin bu oyunda arapas e ile yapılmıyordu. diğer yandan adam değiştirme tuşu olan q bu oyunda tekme atmaya yarıyordu. tam bu noktada kafama dank etti. işte bizi oyuna bağlayan şey buydu. tekme. şimdiye kadar hiç bir oyunda olmayan bir özellikti bu. gönlünce tekme atmak. hem de futbol maçının içinde. ilk tekmeyi attığım an geldi birden aklıma. internet kafedeydim yine. bir çocuk geldi yanıma, "abi tekme atayım mı" dedi, baştan bir brüst dedim, sonra açıkladı olayı ve attı da tekmeyi. çok hoşuma gitti ama çaktırmadım. çocuğunun gaza gelmesini istemiyordum. "tamam attın siktir git şimdi" dedim. çocuk uzaklaştı. çocuğun yeterli uzaklığa gittiğin anlayınca tekmeyi bastım tekrar, ve tekrar ve tekrar... bu artık bir tutkuya dönüşmüştü. her gün oraya gidip, "abi 250 bin liraya girebiliyorm muyuz" diyerek oturuyordum masaya ve tekmeleri atıyordum. ta ki bir gün 6 kişi kalıp, maç iptal oluncaya kadar. futbol kurallarını bilmeyen biri için gerçekten açıklaması zor olaydı. uzun süre ağladım. kendimi bilmez bir halde gittim internet kafeye. "abi izleyebilir miyim" bile diyemedim. aklıma geldikçe çıldıracak gibi oluyordum. en sonunda dükkan sahibi gözümün önünde tekme atıp, kırmızı kart yemeyince kendime geldim. demek ki yapılabiliyordu bu da. hemen eve gidip 250 bin lira istedim evden ve oyunu açtım. tekme attım, kırmızı. çok çalıştım ve kendimi geliştirerek kırmızı kart görmeden tekme olayını yaptım. birden fark ettim ki oyun bende tutku haline gelmişti. kafamı kaldırdım yan masada bir çocuk da fifa 99 oynuyordu ve maçı iptal olmuştu. üzüntülü bir görüntüsü vardı, ona gittim olayı anlattım. ardından karşılıklı oynadık. kim önce tekme atacak yarışı başladı ve o günden beri bu oyunu hep oynamak istedim. teşekkürler ea sports.

platonik aşkı ilan etmek

her gördüğünde içinin yağlarının eridiği hatuna artık hissettiklerini söyleme olayıdır. genellikle uzun zaman alır. nitekim göt bu yemez bir kerede her şeyi söylemeyi. belki de korkulan reddedilmektir. keşke söylemeysem, böyle ne güzel takılıyorduk demekten tırsmaktır.
bir şekilde göt yer, yola çıkılır. hatunla tekrar göz göze gelinir. bir anda duraklar insan, ayaklar sabitlenmiştir. ama böyle olmaması gerekiyordu der kendince. geri dönülür birden. yok yere hatunda da bir beklenti oluşturulmuştur. artık olay platoniklikten çıkıp, "şu çocuk beni kesiyor"a dönüşmüştür. insanın içi içini yer. ulan acaba arkadaşlarıyla falan dalga mı geçiyorlar diye uykusuz geceler başlar.

derken bir gün yalnız başına hatun kişiye denk gelinir. artık bünyenin bekleyecek hali kalmamıştır. sikerim lan reddedilmeyi der ve "meraba" der birden birey. karşıdan gelecek cevap ile bu "meraba" arasındaki süre 3 yıla tekabül eder. bir "meraba" gelirse karşıdan artık dünya daha yaşanır bir yerdir. ardından klasik bir soru ile olaya devam edilir tabi ki:biraz konuşabilir miyiz? bu hatun kişiye sorulan ilk soru olarak tarihteki yerini alır. bir evet belki de hayatı daha da yaşanır hale getirecektir. "tabi" der. "haydi beline kuvvet" diyerek konuşmaya başlar bünye. isim, okul, bölüm, medeni hal, duygusal durum arka arkaya sıralanır. araya espriler, şakalar sıkıştırılır ve hatunun verdiği tepkiler ölçülür. gülme oranıyla, hoşlanma oranı arasında ilişki kurulmaya çalışılır. anlamadan "biz size aşık olduk" denir. sessizlik kaplar ortamı. belli ki birden söylemeni o da beklememektedir. "ama ben seni daha yeni tanıdım" diye vurucu cevap gelir. aslında tam olarak da beklenilen cevaptır bu. "o zaman arkadaşız şu an" denir ve yapılan vurgu ile soruymuşcasına cevap beklenmeye başlanır. "evet" der ve tebessüm eder. işte bu an belki de tüm beklemene değer. artık olayın bir platonikliğini kalmamıştır. "görüşürüz o zaman" diyerek eli sıkılır, bu ilk dokunuş olarak tarihin tozlu sayfalarına kaydedilir. "görüşürüz" der odana yol alırsın. kafayı yastığa koyduğun anda bir uyku sarar dört bir yanını. uzun zamandır beklemenin verdiği yorgunluk uçmuştur uzaklara. artık sadece bir mutluluk vardır her tarafında. hayallare dalarsın rahatça ve en mutlu uykudasındır artık.

hayattan yenilen gollerin ağır çekimde erman toroğlu tarafından yorumlanması

zaten golü yemiş, ezik duruma düşmüş bireyi iyice yıkan olaydır. intihara bile sürüleyebilir. şansal'ın olaya girmesi ezikliğin boyutuna ekistira katkı yapar.

- bak şimdi hocam burda kız başkasıyla, görüyoruz. şimdi durdur. bak çocuğun el kızın neresinde? şansal bilir misin böyle pastırma olur. sıkarak seçersin hani. aynen öyle.

korku filmlerindeki küçük kız

özellikle japon korku sinemasında her an her yerden fırlayabilecek ve her fırlayışta insanı korkuya sürükleyebilecek kızdır. insanoğlunun küçük kızlar zararsızdır tezinden hareketle ortaya çıktıkları düşünülmektedir. nitekim hiç kimse küçük bir kızın zararlı olabileceğini düşünemez. insanlar o derece alışmıştırlar ki artık küçük kızların korku işareti olduğunua gördükleri anda korkunç bir şeyler olacağı anlaşılır ve tırsmak için hazırlıklar yapılır.

özellikle ring ile boku çıkmıştır. saçları mutlaka uzunduru bu kızın, o saçları ile yüzünü gizler. ardından altından korkunç gözler çıkar, falan filan...

üniversiteyi kazanıp mezun olunan liseye geri dönmek

bünyeye büyük haz veren bir olaydır. günler öncesinden plan yapılır. acaba nasıl tepki verecekler diye düşünülür. güzel hayallerle yola çıkılır. yol bilinen yoldur. hiç değişmemiştir ama giden kişi değişmiştir. üzerinden okul formasını atmanın rahatlığıyla girer okulun bahçesine. hademeyi görür ilk olarak. onunla ufak bir muhabbete imza atılır. ardından dersi boş olan sınıf dikkati çeker. zil çalana kadar şunların yanında takılayım denir. 2 yıl aynı okulda bulunup hiç muhabbetin olmayan kızlardır kendileri. yanlarına gidersin, ho$ geldin ile başlayıp okul nasıl ile devam eden bir muhabbete girilir. ufaktan havanı da atarsın, gülerler. derken zil çalar. seneye biz de gelicez yanına sesini duyarsın en son. müdür odasına girilir. müdür hayatında hiç görmediğin kadar mutlu görünür. sanki o kadar zaman ağzına sıçan adam o değildir. hoş bir muhabbete imza atılır kendisiyle. notları falan sorar, gülünür, eğlenilir. "ulan bu adam böyle değildi eskiden" diyerek odadan çıkılır. sıradaki hedef öğretmenler odasıdır. "nasıl geçirdim" edasında girilir odaya. derken 2 sene boyunca "senden bir bok olmaz" diye kafa siken hoca gelir yanına utanmadan yüzünde anlamsız bir sırıtış ile.
- nasılsın fevzi?
+ iyiyim hocam, sizi sormalı?
- iyi işte. okuldayız. okul nasıl?
+ bildiğiniz istanbul işte hocam.
şeklinde başlayan ve aynı saçmalıkta devam eden muhabbete girilir. araya başka hocalar karışır ara sıra.
- ya fevzi senin için kazanamaz diyorlardı geçen sene.
+ ben yüzüne de söyledim kendisinin.
"iyi bok yedin" demek geçer içinden ama zaten göt etmişsindir adamı, ne gerek vardır abartmaya. biraz da hatunları göreyim diye odadan kaçılır. kantine geçilir. kaşar bir hatun yüzünden terk ettiğin hatun gelir yanına. o kadar sıcak davranır ki ne kadar mallık ettiğini anlarsın. çok içten bir görüşürüz diyip bahçeye çıkarsın. derken beklenilen bir şekilde az önceki hatunu uğruna terk ettiğin hatun çıkıverir karşına. yanında da yeni manitası. bakmazsın önce, son bi an gözler buluşur, soğuk bir el selamı gelir. aynı şekilde karşılık verirsin. sonra da yeni manitasının "niye selam veriyorsun" tarzında hareketleri görülür. gülünür, geçilir. derse girerler. beklersin, zil çalsın da okul bitsin. son kez şu yolu yürüyeyim. bir arkadaşın çıkar beraberce son kez yürüdüğün yolu yürürsün. güzel bir deneyim olmuştur bu olay. ne kadar mallık yaptığını, şehvetin nasıl gözlerini kör ettiğini görürsün. gülüp geçmek istersin, bu kez olmaz. çaresiz eve gider, lafmacun.org'u açarsın. bir nevi içini boşaltırsın. umutla yarınlara bakarsın.

yalnızlık

"Yalnız olma durumu" demiş tdk. peki yalnız: Yanında başkaları bulunmayan. yani tek olan. işte tdk'nın duygusuzluğu. yani diyor ki yanınızda bir kaç kişi varsa yalnız değilsiniz. ya bsg allasen. en büyük yalnızlıklar değil midir kalabalıklar içinde olanlar? insan başkasının yanındayken kendini hissetmez mi daha yalnız? Sadece madde olarak mı tek olmaktır yalnızlık, yoksa içine düşülen bir boşluk mudur kimsenin görmediği ama hissedilen? soru işaretleri arttıkça sorunlar mı artmaktadır, yoksa soru işaretlerini artıran mıdır sorunların artması? işte bu noktada duruyorum, daha gidecek yerim yok.

türkiye'de ölmeden önce yapmanız gereken 101 şey

kişiden kişiye göre değişen 101 şey. herkes kendi yorumunu yapabilir rahatlıkla, ama en azından benim için;

Lafmacun

öss

dünyanın en sikindirik sınavı. ilk duyduğumda güzel gelmişti adı. tabi daha güzel yanıydı abimin ona girecek olması. yani bundan sonra oda sadece bana aitti. dördüncü sınıftaki bir çocuk için öss zaten ne anlama gelebilirdi ki daha fazla. sürekli gördüm abimin delicesine test çözdüğünü. sabahın beşinde kalkıp dershaneye gitmek için 2 saat yolculuk yaptığını. bu derece önemliydi yani. tüm hayatın endeksleneceği derecede. ama unuttum tabi zamanla ne anlama geldiğini. tekrar hatırlatıldığında bu sefer kurban bendim. aradan beş sene geçmişti. artık gerçek anlamını kavramaya başlamıştım ama yine de söylendiği kadar önemli olduğunu düşünmüyordum. sonuçta önceki sene aynı tarzda anlatılan, aynı seviyede sikindirik olan bir sınavı geçerek gelmiştim bu noktaya. yine çaresiz dinledim öğretmenlerin, ailemin, arkadaşlarımın anlattıklarını. hepsinin bir hikayesi vardı öss ile ilgili. elbet bir yakınları süper çalışıp derece yapmıştır, bir başka yakınları ise çalışmayıp açıkta kalmıştı. bu tip hikayeler o kadar fazlaydı ki etrafımda artık inanmak üzereydim çalışmam gerektiğinde ki o anda karşıma basketbol çıktı. işte bu toplu spor ile tek yolun öss olmadığını gördüm. hayat da başka şeyler de vardı. basketbola bağlandıkça öss'yi daha az sallamaya başlamıştım. tabi bu okulum tarafından hiç hoş karşılanmıyordu. öss=hayattı ne de olsa. sinir harbi şeklinde geçiyordu zaman. sonunda sakatlanıp, basketbolu bıraksam da onun sayesinde gördüklerim yetmişti hayatıma devam etmekte. kaygının başarıyı ne kadar etkilediğini de görmüştüm belki bu sayede. günde 14 saat durmadan ders çalışan insanların arasında kitap okuyarak geçirdim zamanı. içimden geldikçe açtım test kitabı, sıkılınca kapattım, hiç zorlamadım kendimi. işte bu durumda öğretmenler klasik şabloncu kişilikleri ile çıktılar karşıma. sen 60 neti geçemezsin, 90 netten aşağı yerleşmek zor dediler hep. kulakları tıkamak sanırım bu noktada işe yarıyordu. hepsine kapadım tüm algılarımı. sadece kendi yolumu kendim çizmek istedim. tabi bunu başkalarına söyleyince "hmm, anlıyorum" tarzı tepkiler almak pek sorun olmamalıydı. sonuçta onlar başkalarına "ay salak neler diyor, kalacak açıkta" şeklinde anlatabiliyordu olayları.

neyse böyle geçti seneler ve geldi sınav sonunda. işte o andı. yıllardır kafaya kakılan soruların görüleceği an. bildiğin yds. ilk görüşte tabi şok dalgası sarıyordu beyni. "bu ne aq almanca?". tabi atlatması kolay oldu. ingilizce bölümünü görünce belki de verilebilecek tek tepki vardı. "bunun için mi kafamı siktiniz yıllardır?". "yani bu kadar kolay bir sınav için mi zindan etme çabasına girdiniz hayatı?". işte o andı hayatımın en mutlu anı. çünkü o kadar söze rağmen böyle sikindirik bir sınav için kendimden ödün vermemiştim. böyle sikindirik bir sınav için ömrünü tüketmemiştim. bu mutluluk ile sınavı bitirmek zor olmadı tabi. bir saat dolduğunda elimde kalemler dışarıda idim. işte bitmişti her şey. toplamda sekiz sene kafamı siken şey sona ermişti. ve gerçekten mutluydum hiç olmadığım kadar. boşuna zamanımı harcamamış, hayatımı yaşamıştım ve üniversite artık çok yakınımdaydı. sonuçlar açıklanınca da mutluluk arttı tabi. duyduklarına göre düşününce hayalini bile kuramayacağın üniversiteye girmek. mutluluk budur.

tabi böyle bir şeyi kime anlatsan kafasında mutlaka "çalışmadım kazandım" diye artistlik yapıyor işte türünden düşünceler oluşacaktır. lâkin öss çalışarak değil inanarak kazanılabilir, aha da bir örnek vardır burada, çok yakında. bu tecrübeyi yaşarken belki kimilerine göre hayatını, geleceğini tehlikeye atmıştır ama sonunda mutluluğa sahip olmuştur. hem de sadece kendi yolundan giderek.

dipnot: içimden geldi, yazdım. başka bir amacım yoktu. tüm üniversite adaylarına başarılar dilerim, iyi çalışın.

evrim geçirince kayarım diye maymun alan adam

19 yaşındaydı, zevk alan organına kendisinden başka bir tek bebekten altını değiştiren annesinin eli değmişti. onun dışında bir hatunla olan ilişkisi öpüşme boyutuna bile ulaşamamıştı. sadece mesajlaşıyorlardı. içinden geçen onca şeye rağmen en ufak bir işaret bile veremiyordu. geçen günler sadece libidosunu artırıyordu. bir gün show tv'de "evrim gelir hoş gelir, ley ley lümü lümü ley" melodisi ile yayınlanan "evrim doğrulandı" haberi dikkatini çekti. ilk kez duyuyordu bu teoriyi. haberi izlemeye devam etti. "insanın maymundan geldiğini iddia eden evrim teorisi..." lafını duyunca aklı bir anlığına durdu. ardından hızlıca çalışmaya başladı. maymun diye düşündü. evrim diye düşündü. zevk almayı düşündü. izlediği porno filmleri düşündü. hepsini birleştirmek pek zor olmadı. evet kararını vermişti. hemen bir pet shopa gitti ve maymunu satın aldı. ardından da her gün düzenli olarak besleyerek, gelişimleri izledi. aradan geçen koskoca bir aya rağmen en ufak bir değişim gözlemleyemedi. sonunda bir arkadaşına sormaya karar verdi. arkadaşı ise bu olayı duyunca gülmeye başladı. ardından da bireyin olmayan cinsel organlarına dair küfürler eşliğinde kendisiyle dalga geçti. çok kırıldı arkadaşına genç. eve gitti ve maymuna tecavüz etti. işte o anda farkına vardı. hayvan mayvan kayarım ben buna.

31 Temmuz 2007 Salı

me again

bir eylül geceyarısında başlamıştı hayatı. sürekli ayrılıklarla devam hayatı. nereye sığınsa en mutlu anında kopuyordu oradan. çaresiz geçen yıllardan sonra, geçen yıllar boyunca hayatını etkileyeceği söylenen öss'ye girdi. sonuçları beklerken canı delicesine sıkılıyordu. medya eteği'ne girme gafletine düştü. ve o anda gördü ilk defa lafmacun'u. umarsız bir çocuk gibi düştü yüreğine bu kor. "aq böyle sözlük mü olur" derkene üye olmadı. takriben 10 gün sonra, yine bir eylül geceyarısında üye olmaya karar verdi. daha önce pek hatrı sayılır deneyimi olmamasındandır ki kısa yazdı sürekli. her başlıkta bir entrym olsun düşüncesine kapıldı heyecanla. istatistiklere baktı bu arada. 4000 civarı entry ile enigmatic vardı en tepede. geçerim ben bunu dedi içinden, ufaktan da hırs yaparak. nedensizce bağlandı lafmacun'a. yalnızlığını bile önemsemedi çoğu zaman. 14 saat bilgisayar başında kalmadı normal görmeye başladı. sosyallik seviyesi hayatının en düşük noktasına geldi. önceleri arkadaşlarıyla zaman geçirip, duygusal ilişkilere yelken açarken, artık tematik kasıyor, geyik başlıklar açıyordu. zamanla, nedense, bunun da güzel olduğunu düşündü. bu aralarda geldi yöneticilik yetkisi. artık sözlükte entry yazmasa bile bulunabilirdi. bu asosyallik noktasında bir devrimdi. sözlüğü sahiplenmesi de göz önüne alınınca, her entry yi okumaya başladı delice. en ufak hatayı bile kaçırmıyordu. bir yandan da entry yazıyordu. artık entry sıralamasında da ilk sıradaydı. o hırs yaptığı başarıya(!) ulaşmıştı. tabi her başarıya ulaşınca yaşandığı gibi bir boşluk hali sarmıştı dört bir yanını. belki de artık hayatında önemli birinin olmamasıydı canını sıkan, sevdicek bağlamında.

an itibariyle klavyesinde çıkıyor 12000. entrysi. 300 günde yazdığı tam 12000. entrysi. ve yazarken aklından geçiyor tabi ki "deli mi sikti lan beni, niye hayatımı veriyorum buraya". cevap gelmiyor ama aklından. sonradan düşüyor jeton. yıllardır yaşadığı yalnızlığı azaltan bir yer burası. normal hayattaki çekingenliğinin, tipsizliğinin, korkaklığının olmadığı bir yer burası. kendini gerçekten ifade edebildiği bir yer. çünkü burada kimse birbirnini gerçek yüzünü görmüyor. işbu sebepten yakışıklı-tipsiz demeden okuyor herkes birbirini. kız-erkek demeden inceliyor entryleri. sonunda cevabı bulduğuna seviniyor genç insan. zamanla neden bu hale geldiğini de fark etmeyi umut ediyor ve tabi düşünmeden de edemiyor, internet olmasaydı, acaba şimdi ne yapıyor olacaktı?

asfalt zeminde rovaşataya kalkmak

mahalle maçında nispeten daha iyi top oynadığını iddia eden bireyin, kanıtlama girişimidir. lakin malum ülke türkiye, pek hoş sonuçlarla karşılaşılmıyor bu denemeler sonucunda.

sene 1995-6, fatih terim'in daha saçları var. top oynuyoruz sokakta. sokak dediğim, bildiğin yol. arabalar geçiyor sürekli. taştan yapılma kalelerimimiz. sürekli tartışıyoruz, olm direk olsa çarpar girerdi, direküstü gol değil diye. derken işte o geliyor. aramızda en iyi top oynadığını söylenen çocuk. tabi yaşı büyük diye kimse karşı çıkamıyor. başlıyoruz maça. eleman iyi ya, takımları o kuruyor. başlıyor maç, top bende. deniz tarafına bakan kaleye hücum ediyoruz. soldan bir orta yapıyorum ki bir tek hagi yapabilir böylesini. eleman içerde, top geliyor, eleman ters zıplıyor, ne oluyor aq demeye kalmadan eleman yerde, kafadan kanlar akıyor. hemen hastaneye yetiştiriyorlar. allah'tan bir şey olmuyor elemana. o akşam babam diyor "evladım rövaşata iyi oyun göstergesi değildir" ama deli gönül dinlemiyor, anlamıyor. kafa kalın tabi almıyor, aynı denemeyi kendi de yapıyor ve daha kötü bir sonuçla kendini hastanede buluyor. o gün öğreniliyor işte kafanın kalın olması delinmeyeceği anlamına gelmiyormuş.

pul koleksiyoncusu

18 yıl önce başladı hikayem. o zamanlar ne pul bilirdim, ne koleksiyon. tek hatırladığım şey ayrılmaktır geçen zamandan. hep bir şeylerden ayrılmıştım. artık benim bir parçam olmuştu ayrılık. ayrılmadan yapamıyordum.
ilk arkadaşlarımı buldum. daha küçücüktüm. oyunlar oynayıp, eğlendim onlarla. sonra babam dedi gidiyoruz. ayrıldım hepsinden son bir bile görüşmeden. gittim ilk okulumu gördüm. ilk öğretmenimi, ilk bahçemi, ilk sıramı, ilk sıra arkadaşımı. soner. kanka ne demektir bilmeden bağlandım arkadaşıma. kelimelerin anlamını düşünmeden dolaştım onunla. babam dedi gidiyoruz, gittik. ilk defa okul değiştirdim, ilk defa yeni çocuk oldum. ama kaynaştım zamanla. onları da sevdim. hepsi içimden bir parça oldu. ama babam izin vermiyordu bir türlü bütünleşmemize. gidiyoruz dedi, gittik. ilk defa sevdim, daha doğrusu sevdiğimi sandım. yaşım 10'du daha. adı ise tuğçe. hep birlikteydik. ilk defa ben gitmemiştim bir yerden ancak bu sefer o gitti. sonradan öğrendim benim yüzümdenmiş, ama hiç tahmin edemeyeceğim sebepten dolayı. gitmişti, tıpkı bağlandığım diğer şeyler gibi. ertesi yıl ise sıra yine bendeydi, babam geldi, dinlemedim bile, tamam gidelim dedim, gittik. her seferinde alışmak biraz daha zorlaşıyordu. yıllardır beraber olan insanların arasına girmek gerçekten zordu, ama başardım. yine onlardan biri oldum. neye yaradı ki? yine gittik, yine ayrıldık. yaş geldi 13'e, ben geldim edirne'ye. ilk defa dışlandım. o ana kadar hiç yaşamadığım yalnızlık duygusunu ilk defa hissettim. kimse konuşmuyordu resmen. sonrasında bundan bile ayrılmak zorunda kaldım, yine gittik. derken liseye geldim. ilk defa bu kadar bağlandığımı hissettiğimi düşünüyordum. ancak ne zaman bu hisle dolsa içim tek bir olay çıktı karşıma. ordan da ayrılmak zorunda kaldım. bu kaçıncı ayrılık oldu ben saymadım. bundan sonra ise ilk sevgilim geldi karşıma. ama o kadar alışmışım ki ayrılmaya ondan da ayrıldım çabucak. sonra diğerleri geldi, sonları pek farklı olmadı. sadece isimler değişiyordu.
böyle geçen yıllar sonunda yine bir yerlere bağlanıyorum. ama içimdeki korkuyu bir türlü yok edemiyorum. ya burdan da ayrılırsam, ne yaparım?
 
eXTReMe Tracker